+2
dilan-cagri
Zeyno
6 posters
Hatırla Sevgili
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°251
Geri: Hatırla Sevgili
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°252
Geri: Hatırla Sevgili
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°253
Geri: Hatırla Sevgili
Alinti
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°254
Geri: Hatırla Sevgili
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°255
Geri: Hatırla Sevgili
Alinti
En son dilan-cagri tarafından Paz Mart 30, 2008 11:48 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°256
Geri: Hatırla Sevgili
Alinti
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°257
Geri: Hatırla Sevgili
Demirel'den Gezmiş'e yurtdışı bursu iddiası
Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş'in idam sahnesini SABAH'la izleyen abisi: "Demirel'in adamları, Deniz'i burslu yurtdışında okutalım" dedi..
atv'nin reyting rekortmeni dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü SABAH'la birlikte izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı: "Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi." İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:
'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'
"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş." Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi.
Sevgili'de 'Üçünü de biz gömdük'
İDAMLARIN olduğu gece Ankara'ya ertesi gün yapacakları görüş için baba oğul beraber gittiklerini kaydeden Bora Gezmiş o geceyi de şöyle anlattı: "Ankara Ulus'ta bir otelde kalıyorduk. Gece saat 3-4 gibi resepsiyona polisler geldi, infazın gerçekleştiğini söylediler ve bizi Karşıyaka mezarlığına götürdüler. Hüseyin İnan'ın babası Hıdır İnan ile Yusuf Aslan'ın babası Beşir Aslan ve eniştesi de oradaydı. Deniz yakın arkadaşı Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istemiş. Haberimiz olmadığından ben 'İstanbul'a götürelim' dedim. Ancak görevliler 'Hemen gömün' dedi. O gece beş kişi sırayla üçünü de defnettik. Kimse de bize yardım etmedi."
Kaynak: Sabah
Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş'in idam sahnesini SABAH'la izleyen abisi: "Demirel'in adamları, Deniz'i burslu yurtdışında okutalım" dedi..
atv'nin reyting rekortmeni dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü SABAH'la birlikte izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı: "Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi." İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:
'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'
"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş." Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi.
Sevgili'de 'Üçünü de biz gömdük'
İDAMLARIN olduğu gece Ankara'ya ertesi gün yapacakları görüş için baba oğul beraber gittiklerini kaydeden Bora Gezmiş o geceyi de şöyle anlattı: "Ankara Ulus'ta bir otelde kalıyorduk. Gece saat 3-4 gibi resepsiyona polisler geldi, infazın gerçekleştiğini söylediler ve bizi Karşıyaka mezarlığına götürdüler. Hüseyin İnan'ın babası Hıdır İnan ile Yusuf Aslan'ın babası Beşir Aslan ve eniştesi de oradaydı. Deniz yakın arkadaşı Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istemiş. Haberimiz olmadığından ben 'İstanbul'a götürelim' dedim. Ancak görevliler 'Hemen gömün' dedi. O gece beş kişi sırayla üçünü de defnettik. Kimse de bize yardım etmedi."
Kaynak: Sabah
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°258
Geri: Hatırla Sevgili
Sabah Gazetesi, Pazar Eki
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
"Bizde hal mi bıraktın, sana can vere vere," diye devam eden türkü hâlâ dillerde, Kızıldere hâlâ hafızalarda. Geçen haftaki bölümüyle Türkiye'yi ağlatan Hatırla Sevgili dizisini seyredenler, Mahirler'i, Denizler'i ve 30 Mart 1972'nin Kızıldere'sini hatırladı..
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
Alaçay, Kızıldere demekmiş 12 Mart 1971'de askeri darbe. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanması. Mahir Çayan'ların Maltepe Askeri Cezaevi'nden firarı... Bir dönem film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Söz sanki bir uyarı gibi kulaklarımızda çınlıyor, Hatırla Sevgili. Bu dosyada 'Hatırla ey okuyucu' diyerek hafızaları yoklayıp, Sinan Cemgil'in de öldürüldüğü Nurhak Dağı'ndaki çatışmadan sağ kurtulan Mustafa Yalçıner'e, Kızıldere'de öldürülen Cihan Alptekin'in ablasına, Denizler'in idamına tanıklık eden Halit Çelenk'e, Altan Öymen'e, Fahri Aral'a, Oral Çalışlar'a kulak kabarttık. 30 Mart 1972'deki katliamdan 36 yıl sonra aynı toprakları ziyaret ettik. Ve de karanlık bir dönemin diğer tarafındaki Faik Türün'e, Tahsin Gürdal'a yakından baktık.
Dosya editörü: Nuh KÖKLÜ
Hazırlayanlar: Kaya GENÇ, Figen YANIK, İlknur K. AKMAN, Ece KOÇAL
Sayfa tasarımı: Mustafa GEZER
Acıyı anlatmak mümkün değil
"Kızıldere'de 10 arkadaşımız öldürüldüğünde ben Mamak Cezaevi'ndeydim. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkındaki idam cezası Yargıtay'da onaylanmıştı. Konu Meclis'in gündemindeydi. Onlar yanımızdaki hücrelerde kararı bekliyorlardı. Mahir Çayan ve dört arkadaşı İstanbul'da, Maltepe Askeri Cezaevi'nden tünel kazarak kaçmışlardı. Polis peşlerindeydi. Belli ki Mahir Çayan ve arkadaşları, Denizler için bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Kızıldere yolculuğu böyle başlamıştı. Onlar bir şekilde çaresizlik içinde kapana kıstırılmışlardı, demek daha doğru olur. Kızıldere katliamını 12 Mart askeri darbesinin koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Türkiye'de bir askeri darbe yapılmıştı. Bu askeri darbenin şimdi anladığımız kadarıyla asıl nedeni, ordu içindeki iki kanadın birbirine üstün gelmesi çabasıydı. Bir kanat 'solcu' darbe yapmayı planlarken, diğer kanat daha değişik bir müdahaleyi, Meclis'in varlığının devam ettiği bir müdahaleyi tercih etmişti. Darbe giderek sertleşti. Bu sertleşmeyi tırmandıran nedenlerden birisi de İstanbul'daki İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un, Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılması ve öldürülmesiydi. Darbe, ordu içindeki hesaplaşmadan çıkıp solun bastırılmasına dönüştü. Kızıldere, bir umutsuzluk isyanıdır. Kızıldere operasyonunun arkasındaki güçlerin acımasızlığı, ülkemiz tarihinin en kanlı operasyonlarından birine sebep oldu. Kızıldere'ye, Denizler'in idama gönderildiği koşullar içinde bakmak gerekir. Öyle bakınca bu olayı 20 yaşının hemen üstünde olan ve arkadaşları hiç yoktan idama giden gençlerin kahramanlığı, gözüpekliği ve çılgınlığı olarak değerlendirebilirsiniz. Aradan 36 yıl geçtikten sonra bakınca her şeyi daha farklı değerlendirmek mümkün. Arkadaşlarımız acaba oraya doğru bilinçli olarak mı yönlendirildiler? Bir kuşağın bütün öncü isimlerini topluca imha edebilmek için önceden kurulmuş bir tezgâhın içine mi düştüler? Tabii, daha sonraki yıllarda Denizlerin, Mahirler'in, İbrahimler'in birer mite dönüşmesinin nedeni de yaşadıkları ve karşılaştıkları acımasızlıktır. O zaman ne devrimci durum vardı, ne de bizlerin devrim yapabilecek gücü. Dünyadaki gelişmelerden etkilenmiştik. Denizler, Küba devrimini bir örnek olarak görüyorlardı. Castro ve arkadaşlarının yaptıklarını yapabileceklerine inanıyorlardı. Mahirler de değişik bir şekilde benzer bir anlayış içindeydiler. İbrahim Kaypakkaya ise köylerden şehirleri fethedeceğine inanıyordu. Kızıldere, 1960'larda başlayan devrimci gençlik hareketinin bir anlamda sonuydu. 68 kuşağının öncüleri orada son nefeslerini verdiler. Türkiye'yi yöneten, askeri darbelerle sürekli ülkemizdeki demokrasinin önüne set çeken derin devlet, hâlâ 68 kuşağıyla barışmadı. Hâlâ o gençlerin hayaliyle dövüşmeye devam ediyor. Biz ise, bugün aramızda olabilecek onlarca arkadaşımızı acımasız katliam ve idamlarda yitirmenin acısını, öfkesini yaşıyoruz. 12 Mart darbecileri de, 12 Eylül dabecileri de, bugün hâlâ darbe peşinde koşanlar da bu ülkeye çok zarar verdiler. Kızıldere'yle, biz 68 kuşağının da, bu alçak katliamı gerçekleştiren 'derin devlet'in de yüzleşmesi gerekiyor. Bu mümkün mü, bundan emin değilim... Orada yitirdiğimiz arkadaşlarımı sevgiyle, özlemle anıyorum. Bunun, bizler için ne büyük bir acı olduğunu anlatmam mümkün değil..."
ORAL ÇALIŞLAR (Gazeteci - yazar)
30 Mart 1972'de Kızıldere'de gerçekleştirilen operasyondan 36 yıl sonra aynı topraklara gidip, o günleri yaşayanları bulduk. Köyün ismi değişmiş ama hatıralarda saklananlarda değişen bir şey yok ..
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
Alaçay, Kızıldere demekmiş Döndü Arslan, işaret parmağıyla bir tarlayı gösteriyor. Tarlada ağaçların çiçekleri açmamış ama ağaç diplerindeki kuzu pancarı bu mevsimde bolca bulunurmuş, kavurup üzerine bir de baharat dökünce güzel yemeği oluyormuş. Döndü, 1 Mart 1972 doğumlu. Gösterdiği tarlaya en yakın ev olan köylülerin deyimiyle Emür'ün Muhtar Emrullah Arslan) evine yapılan ve 13 kişinin öldürüldüğü operasyondan 30 gün önce doğmuş. Kızıldere'de, kayıtları ciddiye alırsanız 12 Eylül 1980'den sonra adı değiştirilen Ataköy'deyiz. 30 Mart 1972'de düzenlenen operasyondan 36 yıl sonra neler hatırlandığının izlerini takip etmeye çalışıyoruz. İzler hem çok taze hem de üzerine kabuk bağlamış yara kadar eski. Köylülerin hafızasında hem "Mahir (Çayan) kiremitlerin arasından albayla konuşuyordu," diyecek kadar eskiye ait hem de "Ertuğrul'u (Kürkçü) televizyonda gördüm ne kadar da yaşlanmış," dedikleri kadar bugüne dair bir hikâye. Başlangıç yerimiz, çatışmanın olduğu muhtarın evine en yakın yer olan Fadime teyzenin evi. Fadime teyze de hep ikiz çocuk doğurdukları için İkizler denen sülalesinin bireyi. Beş yıl önce köyü ziyarete gelen Selda Bağcan'ın yanağından makas aldığı torunu Şule'yi kucağına alarak konuşmaya başlıyor: "İki çocuk beşikte, askerler evi boşaltırken beşiğin birini evde unutmuşum, geri döndüm beşiği almaya. Etraf cayır cayır yanıyor. Bizi köyün uzağına sürdüler, en son Mahir'in albaya, 'Mehmetçik'e ateş etmeyeceğiz, rütbeliler gelsin,' dediğini duydum." Fadime teyze, Ertuğrul Kürkçü'den yakın bir akrabasından bahseder gibi bahsediyor: "Kocaman silahları başına dayadıklarında, elinde çok az ısırılmış bir somun vardı. Gencecik, güzel bir çocuktu, öyle köyün ortasına sürükleyip götürdüler."
KÖYÜN BAŞINA GELENLER
Kızıldere köyünün sokaklarında yaşı elverenlere 30 Mart 1972'de neler olduğunu sormaya devam ediyoruz. Köylüler sorulara alışık ama bir o kadar da tedirginler. Köylerinin 36 yıldır mimlendiğinden bahsediyorlar; değil askeri okul sınavına girmeyi, devletle ilgili herhangi bir işlerinde bile 'terörist' köy yaftasından kurtulamadıklarını söylüyorlar. Kahveden uzakta belirsiz bir yeri işaret ederek Almus Barajı'nı gösteren birisi: "1966'da baraj yapıldı, köye elektrik 1982'de geldi. Hesap et artık," diyor. Her 30 Mart yaklaştığında askeri araç sayısının artması ve onlara ilaveten, seyyar satıcı sayısındaki artış Kızıldere Köyü'nde sıradan bir hikâye. Köy sokaklarında gezerken Hasan amcayla tanışıyoruz. Helikopteri hayatında ilk defa 30 Mart 1972'de görmüş: "Helikopter kafamızda dönüyor, yukarı mahallede muhtara yakın oturanları tarlalara, aşağı mahalledekileri de daha gerilere sürmüşler." Hasan amcanın 'omzu kalabalık' dediği üst rütbeli bir askerin bazı köylüleri yaka paça dövdüğünü de anlatıyor. Biz yukarı mahalleye çıkıyoruz. Hedefimiz muhtar Emrullah'ın yakın akrabası Hüseyin amcayı ziyaret etmek.
SAĞ KURTULAN DA VARDI
Hüseyin amca operasyon günü dayak yemiş. "Bizim Emrullah çok acı çekti, tırnaklarını dahi söktüler ama onun hiçbir günahı yoktu," diyor. Hüseyin amca, Mahirler'i asıl ihbar edenin Niksar'da daha önce para karşılığı anlaştıkları Hasan Yılmaz olduğunu söylüyor. Hasan Yılmaz, Niksar'da Mahirler'in peşindeki askerleri görünce telaşlanıyor, iki tokat yiyince onları Kızıldere Köyü'ne, muhtarın evine götürdüğünü itiraf ediyor. Korkusunun olmadığını, alınacak bir canının olduğunu söyleyen Hüseyin amcanın anlattığına göre sabaha kadar askerler köyü sarmış, operasyondan yarım saat önce köylüleri muhtarın evinden uzaklaştırmışlar. Bütün köylülerin birleştiği nokta ise, devrin başbakanı Nihat Erim'in "Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar," demesi. Rivayete göre Nihat Erim'in bu sözü operasyon için başlangıç işareti olmuş. Ataköy artık bir belde, ama beldeler yasasının geçmesi halinde, durumlarının akıbeti hakkında şüphe içinde sakinleri. Bir ambulans, greyder ve otomobil, köylünün desteğiyle alınmış, belediye binasının sıvası bile tamamlanmamış. Halit, operasyon günü altı yaşındaymış, diğer akranlarından tek farkı omuzlar üzerinde çatışmayı izlemiş olması. "Akşam namazına doğru silah sesleri kesildi. Sessizlik oldu, sonra Saffet'in (Alp) karnında şarapnel parçasıyla yaralı olarak dışarı çıkarıldığını gördüm," diyor. Halit'in söylediklerini aslında daha sonra Saffet'in ablasının ve de Nihat Erim'in açıklamaları destekliyor. Erim anılarında "Çatışmadan sağ kurtulan var," demişti. Saffet'in ablası da kardeşinin üzerinde hiç kurşun izi olmadığı halde nasıl öldüğünü sormuştu. Köylünün şüpheleri bununla da bitmiyor. Geçen hafta topluca Hatırla Sevgili'nin operasyonla ilgili bölümünü seyretmişler, bolca ağlamışlar ama "Olaylar başkaydı," diyerek itiraz ediyorlar. "Önce Mahir vuruldu ama çatışma bir saat değil, saatlerce sürdü. Cenazeler köy çıkışına kadar at arabasıyla sonra da traktörle götürüldü. Mahir, albaya 'Mehmetçik'i çek, rütbeliler gelsin,' diye bağırdı..." Hatırla Sevgili'nin o bölümü köyde değil, Ünye'de çekilmiş, söylentiye göre karakoldan izin çıkmamış. Köydeki yaşlılar olayı çok net hatırlıyor, orta yaşlılar anıları dinliyor, küçükler ise Hatırla Sevgili dolayısıyla kendilerine anlatılanları yaşıyor ve sonuçta bütün köy hâlâ 30 Mart'ı hafızalarında saklıyor. Tıpkı bahçede oturup Hatırla Sevgili üzerine sohbete daldığımız Menekşe teyze gibi. Köylünün deyimiyle Menevşe ve komşusu Kumaş, torunlarına masal anlatır gibi 30 Mart'ı anlatıyor. Anlattıkları arasında bütün köylünün ortak sözleri haline gelenler bile var: "Mahir, çatışma başlayınca muhtarın çocuklarını pencereden askere verdi..." Mahir, muhtarın eline de bir yazı vermiş: "Muhtar bizim esirimizdir, bize yataklık yapmadı, onu biz zorladık," yazan... Menekşe teyze 'anarşit' gelmiş diye bütün köylünün muhtarın evine hücum ettiğini anlatıyor. "Anarşit dedikleri senin, benim gibi insan," diyor Menekşe teyze. Torunlarına dönerek konuşan Kumaş teyze ise, Ertuğrul Kürkçü'nün yakalandığı samanlığa en yakın yerde oturuyormuş. Gece çocuğunu tuvalete kaldırırken pencerenin altında askerleri görmüş, asker kaçağı komşu çocuğu için geldiklerini sanmış ama o da bütün köy ahalisi gibi gerçeği sabah olunca anlamış. Döndü bizi eve davet ediyor. Yufka arası çökelek, ev yapımı mahlep marmelatı, bolca sohbet. Sohbete ortak olanlardan biri de kayınvalidesi Feride teyze. Feride teyze, kocasına kardeşinin, "Sen evde kal, başıma bir şey gelirse," diyerek cenazeleri traktöre yükleyip gece yarısı Niksar'a doğru yola çıktığı anı anlatıyor. Döndü'nün büyük oğlunun ismi Alaçay. "O isme başka yerde rastlayamazsın," diyor. Alaçay, Kızıldere demekmiş, 'Ala' kızıl, 'Çay' da dere manasında. Döndü, köy halkından bazılarının çocuklarına Mahir ismini koymak istediğinden bahsediyor ama devletin mimlediği köy ahalisi için böyle bir girişim söz konusu olmamış. Aradan 36 yıl geçti. O yıl doğan Döndü'nün üç çocuğu var, birisinin adı Alaçay, Kızıldere manasında...
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
"Bizde hal mi bıraktın, sana can vere vere," diye devam eden türkü hâlâ dillerde, Kızıldere hâlâ hafızalarda. Geçen haftaki bölümüyle Türkiye'yi ağlatan Hatırla Sevgili dizisini seyredenler, Mahirler'i, Denizler'i ve 30 Mart 1972'nin Kızıldere'sini hatırladı..
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
Alaçay, Kızıldere demekmiş 12 Mart 1971'de askeri darbe. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanması. Mahir Çayan'ların Maltepe Askeri Cezaevi'nden firarı... Bir dönem film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Söz sanki bir uyarı gibi kulaklarımızda çınlıyor, Hatırla Sevgili. Bu dosyada 'Hatırla ey okuyucu' diyerek hafızaları yoklayıp, Sinan Cemgil'in de öldürüldüğü Nurhak Dağı'ndaki çatışmadan sağ kurtulan Mustafa Yalçıner'e, Kızıldere'de öldürülen Cihan Alptekin'in ablasına, Denizler'in idamına tanıklık eden Halit Çelenk'e, Altan Öymen'e, Fahri Aral'a, Oral Çalışlar'a kulak kabarttık. 30 Mart 1972'deki katliamdan 36 yıl sonra aynı toprakları ziyaret ettik. Ve de karanlık bir dönemin diğer tarafındaki Faik Türün'e, Tahsin Gürdal'a yakından baktık.
Dosya editörü: Nuh KÖKLÜ
Hazırlayanlar: Kaya GENÇ, Figen YANIK, İlknur K. AKMAN, Ece KOÇAL
Sayfa tasarımı: Mustafa GEZER
Acıyı anlatmak mümkün değil
"Kızıldere'de 10 arkadaşımız öldürüldüğünde ben Mamak Cezaevi'ndeydim. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkındaki idam cezası Yargıtay'da onaylanmıştı. Konu Meclis'in gündemindeydi. Onlar yanımızdaki hücrelerde kararı bekliyorlardı. Mahir Çayan ve dört arkadaşı İstanbul'da, Maltepe Askeri Cezaevi'nden tünel kazarak kaçmışlardı. Polis peşlerindeydi. Belli ki Mahir Çayan ve arkadaşları, Denizler için bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Kızıldere yolculuğu böyle başlamıştı. Onlar bir şekilde çaresizlik içinde kapana kıstırılmışlardı, demek daha doğru olur. Kızıldere katliamını 12 Mart askeri darbesinin koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Türkiye'de bir askeri darbe yapılmıştı. Bu askeri darbenin şimdi anladığımız kadarıyla asıl nedeni, ordu içindeki iki kanadın birbirine üstün gelmesi çabasıydı. Bir kanat 'solcu' darbe yapmayı planlarken, diğer kanat daha değişik bir müdahaleyi, Meclis'in varlığının devam ettiği bir müdahaleyi tercih etmişti. Darbe giderek sertleşti. Bu sertleşmeyi tırmandıran nedenlerden birisi de İstanbul'daki İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un, Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılması ve öldürülmesiydi. Darbe, ordu içindeki hesaplaşmadan çıkıp solun bastırılmasına dönüştü. Kızıldere, bir umutsuzluk isyanıdır. Kızıldere operasyonunun arkasındaki güçlerin acımasızlığı, ülkemiz tarihinin en kanlı operasyonlarından birine sebep oldu. Kızıldere'ye, Denizler'in idama gönderildiği koşullar içinde bakmak gerekir. Öyle bakınca bu olayı 20 yaşının hemen üstünde olan ve arkadaşları hiç yoktan idama giden gençlerin kahramanlığı, gözüpekliği ve çılgınlığı olarak değerlendirebilirsiniz. Aradan 36 yıl geçtikten sonra bakınca her şeyi daha farklı değerlendirmek mümkün. Arkadaşlarımız acaba oraya doğru bilinçli olarak mı yönlendirildiler? Bir kuşağın bütün öncü isimlerini topluca imha edebilmek için önceden kurulmuş bir tezgâhın içine mi düştüler? Tabii, daha sonraki yıllarda Denizlerin, Mahirler'in, İbrahimler'in birer mite dönüşmesinin nedeni de yaşadıkları ve karşılaştıkları acımasızlıktır. O zaman ne devrimci durum vardı, ne de bizlerin devrim yapabilecek gücü. Dünyadaki gelişmelerden etkilenmiştik. Denizler, Küba devrimini bir örnek olarak görüyorlardı. Castro ve arkadaşlarının yaptıklarını yapabileceklerine inanıyorlardı. Mahirler de değişik bir şekilde benzer bir anlayış içindeydiler. İbrahim Kaypakkaya ise köylerden şehirleri fethedeceğine inanıyordu. Kızıldere, 1960'larda başlayan devrimci gençlik hareketinin bir anlamda sonuydu. 68 kuşağının öncüleri orada son nefeslerini verdiler. Türkiye'yi yöneten, askeri darbelerle sürekli ülkemizdeki demokrasinin önüne set çeken derin devlet, hâlâ 68 kuşağıyla barışmadı. Hâlâ o gençlerin hayaliyle dövüşmeye devam ediyor. Biz ise, bugün aramızda olabilecek onlarca arkadaşımızı acımasız katliam ve idamlarda yitirmenin acısını, öfkesini yaşıyoruz. 12 Mart darbecileri de, 12 Eylül dabecileri de, bugün hâlâ darbe peşinde koşanlar da bu ülkeye çok zarar verdiler. Kızıldere'yle, biz 68 kuşağının da, bu alçak katliamı gerçekleştiren 'derin devlet'in de yüzleşmesi gerekiyor. Bu mümkün mü, bundan emin değilim... Orada yitirdiğimiz arkadaşlarımı sevgiyle, özlemle anıyorum. Bunun, bizler için ne büyük bir acı olduğunu anlatmam mümkün değil..."
ORAL ÇALIŞLAR (Gazeteci - yazar)
30 Mart 1972'de Kızıldere'de gerçekleştirilen operasyondan 36 yıl sonra aynı topraklara gidip, o günleri yaşayanları bulduk. Köyün ismi değişmiş ama hatıralarda saklananlarda değişen bir şey yok ..
Oy dere Kızıldere, böyle akışın nere
Alaçay, Kızıldere demekmiş Döndü Arslan, işaret parmağıyla bir tarlayı gösteriyor. Tarlada ağaçların çiçekleri açmamış ama ağaç diplerindeki kuzu pancarı bu mevsimde bolca bulunurmuş, kavurup üzerine bir de baharat dökünce güzel yemeği oluyormuş. Döndü, 1 Mart 1972 doğumlu. Gösterdiği tarlaya en yakın ev olan köylülerin deyimiyle Emür'ün Muhtar Emrullah Arslan) evine yapılan ve 13 kişinin öldürüldüğü operasyondan 30 gün önce doğmuş. Kızıldere'de, kayıtları ciddiye alırsanız 12 Eylül 1980'den sonra adı değiştirilen Ataköy'deyiz. 30 Mart 1972'de düzenlenen operasyondan 36 yıl sonra neler hatırlandığının izlerini takip etmeye çalışıyoruz. İzler hem çok taze hem de üzerine kabuk bağlamış yara kadar eski. Köylülerin hafızasında hem "Mahir (Çayan) kiremitlerin arasından albayla konuşuyordu," diyecek kadar eskiye ait hem de "Ertuğrul'u (Kürkçü) televizyonda gördüm ne kadar da yaşlanmış," dedikleri kadar bugüne dair bir hikâye. Başlangıç yerimiz, çatışmanın olduğu muhtarın evine en yakın yer olan Fadime teyzenin evi. Fadime teyze de hep ikiz çocuk doğurdukları için İkizler denen sülalesinin bireyi. Beş yıl önce köyü ziyarete gelen Selda Bağcan'ın yanağından makas aldığı torunu Şule'yi kucağına alarak konuşmaya başlıyor: "İki çocuk beşikte, askerler evi boşaltırken beşiğin birini evde unutmuşum, geri döndüm beşiği almaya. Etraf cayır cayır yanıyor. Bizi köyün uzağına sürdüler, en son Mahir'in albaya, 'Mehmetçik'e ateş etmeyeceğiz, rütbeliler gelsin,' dediğini duydum." Fadime teyze, Ertuğrul Kürkçü'den yakın bir akrabasından bahseder gibi bahsediyor: "Kocaman silahları başına dayadıklarında, elinde çok az ısırılmış bir somun vardı. Gencecik, güzel bir çocuktu, öyle köyün ortasına sürükleyip götürdüler."
KÖYÜN BAŞINA GELENLER
Kızıldere köyünün sokaklarında yaşı elverenlere 30 Mart 1972'de neler olduğunu sormaya devam ediyoruz. Köylüler sorulara alışık ama bir o kadar da tedirginler. Köylerinin 36 yıldır mimlendiğinden bahsediyorlar; değil askeri okul sınavına girmeyi, devletle ilgili herhangi bir işlerinde bile 'terörist' köy yaftasından kurtulamadıklarını söylüyorlar. Kahveden uzakta belirsiz bir yeri işaret ederek Almus Barajı'nı gösteren birisi: "1966'da baraj yapıldı, köye elektrik 1982'de geldi. Hesap et artık," diyor. Her 30 Mart yaklaştığında askeri araç sayısının artması ve onlara ilaveten, seyyar satıcı sayısındaki artış Kızıldere Köyü'nde sıradan bir hikâye. Köy sokaklarında gezerken Hasan amcayla tanışıyoruz. Helikopteri hayatında ilk defa 30 Mart 1972'de görmüş: "Helikopter kafamızda dönüyor, yukarı mahallede muhtara yakın oturanları tarlalara, aşağı mahalledekileri de daha gerilere sürmüşler." Hasan amcanın 'omzu kalabalık' dediği üst rütbeli bir askerin bazı köylüleri yaka paça dövdüğünü de anlatıyor. Biz yukarı mahalleye çıkıyoruz. Hedefimiz muhtar Emrullah'ın yakın akrabası Hüseyin amcayı ziyaret etmek.
SAĞ KURTULAN DA VARDI
Hüseyin amca operasyon günü dayak yemiş. "Bizim Emrullah çok acı çekti, tırnaklarını dahi söktüler ama onun hiçbir günahı yoktu," diyor. Hüseyin amca, Mahirler'i asıl ihbar edenin Niksar'da daha önce para karşılığı anlaştıkları Hasan Yılmaz olduğunu söylüyor. Hasan Yılmaz, Niksar'da Mahirler'in peşindeki askerleri görünce telaşlanıyor, iki tokat yiyince onları Kızıldere Köyü'ne, muhtarın evine götürdüğünü itiraf ediyor. Korkusunun olmadığını, alınacak bir canının olduğunu söyleyen Hüseyin amcanın anlattığına göre sabaha kadar askerler köyü sarmış, operasyondan yarım saat önce köylüleri muhtarın evinden uzaklaştırmışlar. Bütün köylülerin birleştiği nokta ise, devrin başbakanı Nihat Erim'in "Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar," demesi. Rivayete göre Nihat Erim'in bu sözü operasyon için başlangıç işareti olmuş. Ataköy artık bir belde, ama beldeler yasasının geçmesi halinde, durumlarının akıbeti hakkında şüphe içinde sakinleri. Bir ambulans, greyder ve otomobil, köylünün desteğiyle alınmış, belediye binasının sıvası bile tamamlanmamış. Halit, operasyon günü altı yaşındaymış, diğer akranlarından tek farkı omuzlar üzerinde çatışmayı izlemiş olması. "Akşam namazına doğru silah sesleri kesildi. Sessizlik oldu, sonra Saffet'in (Alp) karnında şarapnel parçasıyla yaralı olarak dışarı çıkarıldığını gördüm," diyor. Halit'in söylediklerini aslında daha sonra Saffet'in ablasının ve de Nihat Erim'in açıklamaları destekliyor. Erim anılarında "Çatışmadan sağ kurtulan var," demişti. Saffet'in ablası da kardeşinin üzerinde hiç kurşun izi olmadığı halde nasıl öldüğünü sormuştu. Köylünün şüpheleri bununla da bitmiyor. Geçen hafta topluca Hatırla Sevgili'nin operasyonla ilgili bölümünü seyretmişler, bolca ağlamışlar ama "Olaylar başkaydı," diyerek itiraz ediyorlar. "Önce Mahir vuruldu ama çatışma bir saat değil, saatlerce sürdü. Cenazeler köy çıkışına kadar at arabasıyla sonra da traktörle götürüldü. Mahir, albaya 'Mehmetçik'i çek, rütbeliler gelsin,' diye bağırdı..." Hatırla Sevgili'nin o bölümü köyde değil, Ünye'de çekilmiş, söylentiye göre karakoldan izin çıkmamış. Köydeki yaşlılar olayı çok net hatırlıyor, orta yaşlılar anıları dinliyor, küçükler ise Hatırla Sevgili dolayısıyla kendilerine anlatılanları yaşıyor ve sonuçta bütün köy hâlâ 30 Mart'ı hafızalarında saklıyor. Tıpkı bahçede oturup Hatırla Sevgili üzerine sohbete daldığımız Menekşe teyze gibi. Köylünün deyimiyle Menevşe ve komşusu Kumaş, torunlarına masal anlatır gibi 30 Mart'ı anlatıyor. Anlattıkları arasında bütün köylünün ortak sözleri haline gelenler bile var: "Mahir, çatışma başlayınca muhtarın çocuklarını pencereden askere verdi..." Mahir, muhtarın eline de bir yazı vermiş: "Muhtar bizim esirimizdir, bize yataklık yapmadı, onu biz zorladık," yazan... Menekşe teyze 'anarşit' gelmiş diye bütün köylünün muhtarın evine hücum ettiğini anlatıyor. "Anarşit dedikleri senin, benim gibi insan," diyor Menekşe teyze. Torunlarına dönerek konuşan Kumaş teyze ise, Ertuğrul Kürkçü'nün yakalandığı samanlığa en yakın yerde oturuyormuş. Gece çocuğunu tuvalete kaldırırken pencerenin altında askerleri görmüş, asker kaçağı komşu çocuğu için geldiklerini sanmış ama o da bütün köy ahalisi gibi gerçeği sabah olunca anlamış. Döndü bizi eve davet ediyor. Yufka arası çökelek, ev yapımı mahlep marmelatı, bolca sohbet. Sohbete ortak olanlardan biri de kayınvalidesi Feride teyze. Feride teyze, kocasına kardeşinin, "Sen evde kal, başıma bir şey gelirse," diyerek cenazeleri traktöre yükleyip gece yarısı Niksar'a doğru yola çıktığı anı anlatıyor. Döndü'nün büyük oğlunun ismi Alaçay. "O isme başka yerde rastlayamazsın," diyor. Alaçay, Kızıldere demekmiş, 'Ala' kızıl, 'Çay' da dere manasında. Döndü, köy halkından bazılarının çocuklarına Mahir ismini koymak istediğinden bahsediyor ama devletin mimlediği köy ahalisi için böyle bir girişim söz konusu olmamış. Aradan 36 yıl geçti. O yıl doğan Döndü'nün üç çocuğu var, birisinin adı Alaçay, Kızıldere manasında...
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°259
Geri: Hatırla Sevgili
Sabah Pazar EKi (Part 1)
Babam ısrar etmeseydi kaçabilirdim
"Saklandığımız ev havan mermileriyle çökünce kendimi samanlığa attım. Farkında değillerdi çünkü evin sahibi 11 kişi olduğumuz halde, 10 kişi olduğumuzu söylemiş. Babam cesetler arasında beni teşhis edemeyince arama yapıldı. Ona kızamam ama böyle bir şey olmasa kaçabilirdim..."..
Tam 36 yıl önce bugün yaşandı Kızıldere Katliamı... 12 Mart muhtırası sonrası idamlarına karar verilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan'ı ipten kurtarmak için 11 THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi) militanı NATO dinlenme üssünde görevli İngilizleri kaçırdı. İngilizlerin hayatına karşı Deniz ve arkadaşlarının hayatı! Amaçları buydu, hükümetle pazarlık yapabilmek... Ama Tokat'ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Sığındıkları, kapana kısıldıkları evde havan mermileriyle katledildiler. İçlerinden sadece biri, Ertuğrul Kürkçü, evin samanlığına saklanarak sağ kurtulabildi. 14 yıl hapis yattı ama hayatını yeniden inşa etmeyi başardı. Yıllar sonra onu yeniden hatırlamamıza vesile olan ise atv'nin Hatırla Sevgili dizisi oldu. Geçen hafta yayınlanan bölümüyle bütün Türkiye'yi ağlatan dizide, kendi deyimiyle 'birdenbire zuhur etmiş olsa da' üzerindeki sis bulutu hâlâ dağıtılmamış bu trajedinin tek tanığı olarak kapısını çaldık... Sorumluları hâlâ serbest olan katliamın yıldönümüne denk geldi bu buluşma. Hâlâ öfkeli sesiyle; yaşadıklarını, hissettiklerini yeniden anlattı... Benim için en acıklısı neydi biliyor musunuz? Bir babayla oğulun küs ayrılmalarıydı...
- Nasıl biriydi Ertuğrul Kürkçü; nasıl bir ortamda büyüdü, devrimci harekete katılmaya nasıl karar verdi?
- Hiçbir şey birdenbire olmuyor tabii... 65 sonrası üniversiteye giren herkesin o zamanın büyük devrimci çalkantısı hakkında bir karar vermesi gerekiyordu: Bu dalganın içinde misin yoksa dışında mı?
- Nasıl bir ailede yetiştiniz?
- Her şeyi orta karar bir ailede yetiştim. Babam daha Osmanlı toprağıyken Halep'te doğmuş. Büyükbabam milletvekiliydi, o nedenle Ankara'ya yerleşmişler, dolayısıyla Ankara'da geçti bütün hayatımız. Özet olarak Cumhuriyet yaratığıyız!
- Büyükbabanız milletvekili olduğuna göre politik bir aileydi sizinki?
- Cumhuriyet kurulduğunda ilk iki dönem milletvekiliydi dedem CHP'de. Ama babam Demokrat Parti taraftarıydı. 27 Mayıs bizim evde çok çalkantıya yol açtı. Babamın bütün hayatı değişti çünkü bütün manevi geleceğini DP'ye bağlamıştı. Kurumsal bir ilişkisi yoktu ama çok partizan bir insandı. Yani babam babasının tersiydi, ben de babamın (gülüyor).
- Sonuçta siyasi kimliğiniz aile içinde şekillendi değil mi?
- E tabii, bizim evde politika çok konuşulurdu, politikada tavır almak da önemliydi. Babamın görevi dolayısıyla İzmit'e gittik. 65 yılı; o zaman Türkiye İşçi Partisi ilk kez seçimlere girdi, Mehmet Ali Aybar'ın radyo konuşmaları benim için çok çarpıcıydı. İkincisi, babam İpraş petrol rafinerisinde görevliydi, orada işçiler ilk grevlerden birini yaptılar. Babam greve karşıydı hükümet taraftarı ve sağcı bir insan olarak. Fakat abim de ben de, işçilerin tarafını tutmamız gerektiğini düşündük.
- Politik kavgalar sık sık yaşanır mıydı evinizde?
- O yaşta değil ama üniversite zamanı biz hareketlenince, evle bütün ilişkilerim koptu.
- Ne okudunuz?
- ODTÜ'de mimarlık. İlk boykotlar başladığında evde gerilim de çok arttı...
- Siz de tarafınızı seçmek zorunda kaldınız öyle mi?
- Tabii ama sadece dışsal koşullar sizi buna itmiyor. Zihnen de neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz ve görüyorsunuz ki sosyalizm ve Marks'ın karşısında hükümetin ve diğer partilerin görüşleri çok zayıf, hakikat yok. Gençken hakikatin tarafını tutmak da daha kolay. O yüzden aklımın dediğini yaptım. Ama sert bir aile içi gerilim söz konusu olunca, 18 yaşında evden ayrıldım ve hayatımı tek başıma sürdürdüm. Benim için bir siyasi tercih yapmak, hayatım hakkında bir tercih yapmaktı.
- Devrimci harekete nasıl girdiniz peki?
- Sonuçta 68'den sonra bütün hayatım devrimci hareketin içindeydi. 69'da ODTÜ Fikir Kulübü Başkanı, 70 sonbaharında Dev-Genç genel başkanı oldum. 20'lerinde bir insan için edinilebilecek en kıymetli görev!
- Devrimci dediğimiz nasıl bir insandır söyler misiniz?
- Bin tane devrimci tipi sayabilirsiniz; bunların da her biri şuna ya da buna göre değişebilir, başka karakter sergileyebilir. Sonuçta devrimcinin de köylüsü-şehirlisi var, kadını-erkeği var, bilenibilmeyeni var, aydını-yarı aydını var ve bunların hepsi kocaman bir aile. Yani belki ailenin en parlak üyelerine bakarak geri kalanları tanımlamaya çalışıyoruz. Yoksa öyle biricik, pırıl pırıl, kimsede olmayan niteliklere sahip devrimci diye bir şey yok! Daha çok bir fikrin sonuçlarını görüyoruz biz. Yani eğer siz sosyalist değilseniz, öyle bir gelecek projeniz yok ise, belki de bu özelliklerinizin çoğu saklı kalacak. O yüzden kimseye de erdemler açısından haksızlık etmemek lazım.
- 'Devrimci Superman gibidir' diye bir imge var ama değil mi?
- Evet bana çok haksızlık gibi geliyor sıradan insanlara bir tür Superman imgesi sunmak. Oysa sıradan insanlar olmazsa devrim diye bir şey olmaz! Devrimci dediğiniz insan, her şeyden önce kafasında bir değişim inancı olan insan. Bunu bilen insan. Bir adım ötesini gören insan. Dolayısıyla uzak görüşlü olan insan.
- Devrimle neyi hayal ediyordunuz peki?
- Yakalandığım zaman şöyle bir somutlukla sordular: 'Nasıl bir hükümet kuracaktınız?' Hiç düşünmemiş olduğumu fark ettim! (gülüyor) Ama bence tavrım gerçekçiydi çünkü nasıl bir hükümet olacağı, nasıl bir devrim olacağına bağlıdır. Bir toplumsal hayal elbette vardı ama ta en başta benim açımdan bir devrimin en çok düzelteceğini umduğum şey, çocukların gelişmeleriydi, yani bir devrim bunu yapmalıydı. Ben lisedeyken nüfus sayımında İzmit'in en yoksul mahallelerinde sayım yaptım evlerin içine girip. O kadar çok yoksulluğu, o kadar yoksunluğu, o kadar çok acıyı bir günde, bir arada gördüğümü hiç hatırlamıyorum.
- O gün mü kararınızı verdiniz yolunuzu seçmek için?
- O gün bunlara gözümüzü kapayarak yaşayamayacağımıza karar verdim, içimin sızısı hiç dinmedi. Sobasız evlerde çıplak ayakla ders çalışmaya çalışan çocukları gördükçe, ne kadar çaresiz bırakıldıklarını gördükçe bir şey yapmak lazım diye düşündüm. Hiç kimsenin çocuğundan farklı değillerdi, sadece fırsatları yoktu...
- Devrim hayaliniz öncelikli olarak eşitlikti yani?
- Evet birincisi bu eşitliğin sağlanması ihtiyacıydı. İkincisi ABD'nin baskılarına duyulan öfke, yani bağımsızlık arzusu. Türkiye niçin kararlarını kendi verebilen bir ülke değil, niçin muhtaç, niçin dilenmek zorunda? Üçüncüsü, enternasyonalizm. Yani ezilen başka ülkelerin dertleriyle de dertlenmek. Biz büyürken kitle hareketi de büyüdü, köylüler toprak, işçiler fabrika işgal etmeye başladılar. Türkiye'de herkes şunu gördü; kaderimizi değiştirebiliriz!
Sol hâlâ çok kıymetli
- Türk solunun eski isimlerinden birisiniz; bugün Türkiye'de sol diye bir şey var mı?
- 1 Mayıs'ta Kızıl Bayrak'ın etrafında toplanan insanlara ben sosyalist diyorum. Sayıları da her 1 Mayıs'ta artıyor.
- Meclis'te var mı sol?
- Yolladık işte Ufuk'u (Uras).
- Yani Meclis'te solu Ufuk Uras mı temsil ediyor?
- Etmezse hesap soracağız.
- Türkiye'de sol çok kıymetli bir şey mi hâlâ?
- Çok kıymetli!
- Neden insanlar AKP'yi iktidar yapıyor, neden güçlü bir sol parti yok, neden solda güçlü bir lider yok o zaman?
- AKP muhafazakâr. Hiçbir şey sonsuza kadar muhafaza edilemeyeceği için, her şey değişmeye mahkûm olduğu, değişimin ruhu ve maddesi solda olduğu için sol çok kıymetli, herkes, bütün insanlık için...
- Hatırla Sevgili'yi sürekli izliyorsunuzdur herhalde?
- Tomris Giritlioğlu'nu yakından tanırım. Hikâye 60'lı yıllara gelirken danışmanlık da önerdiler bana ama kabul edemedim.
- Neden kabul etmediniz?
- Dizilerin kaçınılmaz zaafları var. Yani o dizi bir imaj kuruyor, bir imajın hakikatle örtüşmesi gerekmiyor ama politik ve tarihsel açıdan sizin kaygınız tam da bu oluyor! İdam sahnesinin olduğu bölüm dolayısıyla da kararımın doğru olduğunu düşünüyorum.
- Beğenmediniz mi?
- Deniz Gezmiş idam edilmeden önce, çok önemli şeyler söyledi. 'Yaşasın Marksizm Leninizm,' dedi, 'Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği,' dedi. Ama dizide biz bunu duymadık. Deniz'in bütün yaşamı boyunca yaptıklarının, onun hayatının özetiydi bu sözler oysa.
- Kendinizi izlediğinizde ne düşündünüz; yabancılaştınız mı?
- Dizinin önemli bir kusuru var; bizim hareketimizi, yani THKP-C hareketini yan akıntı gibi gösteriyor. Bunun içerisindeki kimliklerin, kişiliklerin nereden çıktıkları, niye var oldukları anlaşılamıyor. Durup dururken zuhur ediyorlar; ben de bir gün türeyiverdim! Ama her şey bir kenara... Yaygın medyada ilk kez 12 Mart'ta yenilenlerin açısından bakılıyor olaya; onların haklı olduğu düşünülerek bakılıyor. Ben hapisten çıkalı 22 yıl olmuş. 22 yılda almadığım mesajı bir haftada aldım.
Denizler icin birsey yapmadan duramazdik
- Kızıldere olayı nasıl gelişti, nasıl bir ruhla gittiniz oraya, ne yapmayı planlıyordunuz?
- Mahirler'in cezaevinden kaçışları sonrası büyük bir takip başladı, peş peşe tutuklamalar sonunda büyük şehirlerde yaşama şansımız kalmadı. Yegane bağlantımız Fatsa civarındaydı, oraya gitmek zorunda kaldık. İkincisi de, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını önlemek konusunda bir karar vardı. Fatsa basılınca İngiliz teknisyenlerin, Denizler'in hayatları karşılığında kaçırılmalarına karar verdik. Kızıldere köyüne gitmemiz de; bu köyün bizi saklamaya amade olmasından, köylülerin bizim tarafımızı tutmasından değildi tabii. Sadece orada bir tane evi biliyorduk ve dört arkadaşımız oradaydı. Biz yapabileceğimiz son şeyi, yapabileceğimiz son yerde yapmış olduk.
- İnanıyor muydunuz bu insanlar karşılığında hükümetin pazarlık yapacağına?
- Herkes bunun böyle olmayacağını biliyordu.
- Bir şeylere tutunma ihtiyacı mıydı sizinki?
- Hiçbir şey yapmadan duramazdık. Çünkü sıkışmıştık ve Denizler idama götürülüyordu. Tabii kimse dönüp birbirine 'Yahu duygun nedir?' diye sormadı ama 'hayatımızın son adımını onurlu atmak' duygusu egemendi o an hepimize.
- Bir çatışmaya girdiniz, pek çok insan öldü, bir tek siz saklanmayı başardınız. 'Ajan', 'muhbir' denildi size bu yüzden. Ne hissettiniz bu kadar yıl?
- Açıkçası bugüne kadar kimse yüzüme karşı böyle bir suçlama yapmadı. Bunlar devrimci hareketin dışındaki eğilimlerin dili; bir politik mücadelede sıkışıldığında, sıra belden aşağı ve arkadan vurmaya geldiğinde kullanılan silahlardan biri.
- O evde kaç kişiydiniz?
- 11 kişiydik; üç de İngilizler 14.
- Katliam sırasında herkes öldürülürken samanlığa geçmeyi nasıl başardınız?
- Bu ayrıntıları konuşursak her şeyi sırayla anlatmam gerekir. Fakat olayların sırası böyle olmadı. Herkes, evin içerisine girilerek öldürülmedi. Dışardan havan toplarıyla ateş edildi, ev çöktü, arkadaşlarımın ellerindeki bombalar patladıktan sonra, sağ kaldığım için kendimi başka bir tarafa atma fırsatı bulabildim.
- Babanız ele geçirilen cesetler arasında sizi teşhis edemeyince yakalanmışsınız. İçin için babanıza kızdınız mı hiç?
- Ona kızamam tabii. Ama böyle bir şey olmasaydı ertesi akşam oradan kaçabilirdim. Çünkü ben ne olduğunu anlayamadığım için kaçamadım; hâlâ beni aradıklarını, köyde pusu olduğunu sanıyordum. Gün ağardıktan sonra fark ettim ki beni öldü sanıyorlar! Niye? Çünkü evin sahibi bizim 11 değil 10 kişi olduğumuzu söylemiş. Arkadaşlarımızın da yüzleri tanınmıyordu. Ben bunları nereden bilebilirdim? Fakat babam gelip ben diye gösterdikleri bedeni 'Bu benim oğlum değil,' diye teşhis edince arama yaptılar.
Babamla kus ayrildik
Bu kadar acılar çekildikten sonra babanızla konuştunuz mu, içinizi döktünüz mü birbirinize?
- Babama karşı daha toleranslı olmuştum ama babamın hiç değişmediğini gördüm, küs ayrıldık. Babam vefat etti beş-altı sene önce, küstük hâlâ...
- Gerçekten mi? Hapiste de mi görüşmediniz?
- Hapiste de bozuştuk. Tuhaf tabii, onun da kendine göre bir inatçılığı vardı. Sonuç olarak küs ayrıldık maalesef.
- Pişmanlık duymuyor musunuz bunun için?
- Yapılacak bir şey yok, ne yapılabilir? Hiç uymadı dünyaya ve birbirimize bakışımız...
- Kaç yıl hapis yattınız?
- 14 yıl.
- Nasıl bir hayat inşa ettiniz kendinize içeride?
- 14 yıl aşağı yukarı üç üniversite bitireceğiniz kadar bir zaman ama içeride tahsil görmediğinize göre bir şeyleri istediğiniz gibi yapamamışsınız demektir. Cezaevi size toplum için kötü olduğunuzu, size tahammül edilmediğini, toplumun sizsiz yapmak istediğini her gün hatırlatmak üzere kurulmuş bir yer. Sizse bunun tersini ispat etmek için her gün yeniden uğraşmalıydınız. İkincisi, rejim sizi cezaevinde yalnız bırakmaz, yani fikrinizi değiştirmeye, sizden başka bir insan yapmaya, sizi 'ıslah etmeye' uğraşır. Ama ben 'ıslahı gayri mümkün' kategorisine konuldum.
- Nasıl başardınız bunu?
- Mesela din dersi vermeye kalkıyorlar, siz 'Teşekkür ederim benim bir dinim yok,' dediğiniz zaman bu bir mesele! Hücre hapsi, dayak, hepsi sırayla...
- 14 yıl sonra yeni hayat kurmak zor olmadı mı?
- O açıdan şanslı sayıyorum kendimi. Cezaevinden çıktığımda okul arkadaşlarımın hepsi şöyle ya da böyle 15 yıl içerisinde toplumda bir yer tutabilmişti, bir ilişki ağları vardı, istemediğim bir iş yapmadım hiç...
Babam ısrar etmeseydi kaçabilirdim
"Saklandığımız ev havan mermileriyle çökünce kendimi samanlığa attım. Farkında değillerdi çünkü evin sahibi 11 kişi olduğumuz halde, 10 kişi olduğumuzu söylemiş. Babam cesetler arasında beni teşhis edemeyince arama yapıldı. Ona kızamam ama böyle bir şey olmasa kaçabilirdim..."..
Tam 36 yıl önce bugün yaşandı Kızıldere Katliamı... 12 Mart muhtırası sonrası idamlarına karar verilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan'ı ipten kurtarmak için 11 THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi) militanı NATO dinlenme üssünde görevli İngilizleri kaçırdı. İngilizlerin hayatına karşı Deniz ve arkadaşlarının hayatı! Amaçları buydu, hükümetle pazarlık yapabilmek... Ama Tokat'ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Sığındıkları, kapana kısıldıkları evde havan mermileriyle katledildiler. İçlerinden sadece biri, Ertuğrul Kürkçü, evin samanlığına saklanarak sağ kurtulabildi. 14 yıl hapis yattı ama hayatını yeniden inşa etmeyi başardı. Yıllar sonra onu yeniden hatırlamamıza vesile olan ise atv'nin Hatırla Sevgili dizisi oldu. Geçen hafta yayınlanan bölümüyle bütün Türkiye'yi ağlatan dizide, kendi deyimiyle 'birdenbire zuhur etmiş olsa da' üzerindeki sis bulutu hâlâ dağıtılmamış bu trajedinin tek tanığı olarak kapısını çaldık... Sorumluları hâlâ serbest olan katliamın yıldönümüne denk geldi bu buluşma. Hâlâ öfkeli sesiyle; yaşadıklarını, hissettiklerini yeniden anlattı... Benim için en acıklısı neydi biliyor musunuz? Bir babayla oğulun küs ayrılmalarıydı...
- Nasıl biriydi Ertuğrul Kürkçü; nasıl bir ortamda büyüdü, devrimci harekete katılmaya nasıl karar verdi?
- Hiçbir şey birdenbire olmuyor tabii... 65 sonrası üniversiteye giren herkesin o zamanın büyük devrimci çalkantısı hakkında bir karar vermesi gerekiyordu: Bu dalganın içinde misin yoksa dışında mı?
- Nasıl bir ailede yetiştiniz?
- Her şeyi orta karar bir ailede yetiştim. Babam daha Osmanlı toprağıyken Halep'te doğmuş. Büyükbabam milletvekiliydi, o nedenle Ankara'ya yerleşmişler, dolayısıyla Ankara'da geçti bütün hayatımız. Özet olarak Cumhuriyet yaratığıyız!
- Büyükbabanız milletvekili olduğuna göre politik bir aileydi sizinki?
- Cumhuriyet kurulduğunda ilk iki dönem milletvekiliydi dedem CHP'de. Ama babam Demokrat Parti taraftarıydı. 27 Mayıs bizim evde çok çalkantıya yol açtı. Babamın bütün hayatı değişti çünkü bütün manevi geleceğini DP'ye bağlamıştı. Kurumsal bir ilişkisi yoktu ama çok partizan bir insandı. Yani babam babasının tersiydi, ben de babamın (gülüyor).
- Sonuçta siyasi kimliğiniz aile içinde şekillendi değil mi?
- E tabii, bizim evde politika çok konuşulurdu, politikada tavır almak da önemliydi. Babamın görevi dolayısıyla İzmit'e gittik. 65 yılı; o zaman Türkiye İşçi Partisi ilk kez seçimlere girdi, Mehmet Ali Aybar'ın radyo konuşmaları benim için çok çarpıcıydı. İkincisi, babam İpraş petrol rafinerisinde görevliydi, orada işçiler ilk grevlerden birini yaptılar. Babam greve karşıydı hükümet taraftarı ve sağcı bir insan olarak. Fakat abim de ben de, işçilerin tarafını tutmamız gerektiğini düşündük.
- Politik kavgalar sık sık yaşanır mıydı evinizde?
- O yaşta değil ama üniversite zamanı biz hareketlenince, evle bütün ilişkilerim koptu.
- Ne okudunuz?
- ODTÜ'de mimarlık. İlk boykotlar başladığında evde gerilim de çok arttı...
- Siz de tarafınızı seçmek zorunda kaldınız öyle mi?
- Tabii ama sadece dışsal koşullar sizi buna itmiyor. Zihnen de neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz ve görüyorsunuz ki sosyalizm ve Marks'ın karşısında hükümetin ve diğer partilerin görüşleri çok zayıf, hakikat yok. Gençken hakikatin tarafını tutmak da daha kolay. O yüzden aklımın dediğini yaptım. Ama sert bir aile içi gerilim söz konusu olunca, 18 yaşında evden ayrıldım ve hayatımı tek başıma sürdürdüm. Benim için bir siyasi tercih yapmak, hayatım hakkında bir tercih yapmaktı.
- Devrimci harekete nasıl girdiniz peki?
- Sonuçta 68'den sonra bütün hayatım devrimci hareketin içindeydi. 69'da ODTÜ Fikir Kulübü Başkanı, 70 sonbaharında Dev-Genç genel başkanı oldum. 20'lerinde bir insan için edinilebilecek en kıymetli görev!
- Devrimci dediğimiz nasıl bir insandır söyler misiniz?
- Bin tane devrimci tipi sayabilirsiniz; bunların da her biri şuna ya da buna göre değişebilir, başka karakter sergileyebilir. Sonuçta devrimcinin de köylüsü-şehirlisi var, kadını-erkeği var, bilenibilmeyeni var, aydını-yarı aydını var ve bunların hepsi kocaman bir aile. Yani belki ailenin en parlak üyelerine bakarak geri kalanları tanımlamaya çalışıyoruz. Yoksa öyle biricik, pırıl pırıl, kimsede olmayan niteliklere sahip devrimci diye bir şey yok! Daha çok bir fikrin sonuçlarını görüyoruz biz. Yani eğer siz sosyalist değilseniz, öyle bir gelecek projeniz yok ise, belki de bu özelliklerinizin çoğu saklı kalacak. O yüzden kimseye de erdemler açısından haksızlık etmemek lazım.
- 'Devrimci Superman gibidir' diye bir imge var ama değil mi?
- Evet bana çok haksızlık gibi geliyor sıradan insanlara bir tür Superman imgesi sunmak. Oysa sıradan insanlar olmazsa devrim diye bir şey olmaz! Devrimci dediğiniz insan, her şeyden önce kafasında bir değişim inancı olan insan. Bunu bilen insan. Bir adım ötesini gören insan. Dolayısıyla uzak görüşlü olan insan.
- Devrimle neyi hayal ediyordunuz peki?
- Yakalandığım zaman şöyle bir somutlukla sordular: 'Nasıl bir hükümet kuracaktınız?' Hiç düşünmemiş olduğumu fark ettim! (gülüyor) Ama bence tavrım gerçekçiydi çünkü nasıl bir hükümet olacağı, nasıl bir devrim olacağına bağlıdır. Bir toplumsal hayal elbette vardı ama ta en başta benim açımdan bir devrimin en çok düzelteceğini umduğum şey, çocukların gelişmeleriydi, yani bir devrim bunu yapmalıydı. Ben lisedeyken nüfus sayımında İzmit'in en yoksul mahallelerinde sayım yaptım evlerin içine girip. O kadar çok yoksulluğu, o kadar yoksunluğu, o kadar çok acıyı bir günde, bir arada gördüğümü hiç hatırlamıyorum.
- O gün mü kararınızı verdiniz yolunuzu seçmek için?
- O gün bunlara gözümüzü kapayarak yaşayamayacağımıza karar verdim, içimin sızısı hiç dinmedi. Sobasız evlerde çıplak ayakla ders çalışmaya çalışan çocukları gördükçe, ne kadar çaresiz bırakıldıklarını gördükçe bir şey yapmak lazım diye düşündüm. Hiç kimsenin çocuğundan farklı değillerdi, sadece fırsatları yoktu...
- Devrim hayaliniz öncelikli olarak eşitlikti yani?
- Evet birincisi bu eşitliğin sağlanması ihtiyacıydı. İkincisi ABD'nin baskılarına duyulan öfke, yani bağımsızlık arzusu. Türkiye niçin kararlarını kendi verebilen bir ülke değil, niçin muhtaç, niçin dilenmek zorunda? Üçüncüsü, enternasyonalizm. Yani ezilen başka ülkelerin dertleriyle de dertlenmek. Biz büyürken kitle hareketi de büyüdü, köylüler toprak, işçiler fabrika işgal etmeye başladılar. Türkiye'de herkes şunu gördü; kaderimizi değiştirebiliriz!
Sol hâlâ çok kıymetli
- Türk solunun eski isimlerinden birisiniz; bugün Türkiye'de sol diye bir şey var mı?
- 1 Mayıs'ta Kızıl Bayrak'ın etrafında toplanan insanlara ben sosyalist diyorum. Sayıları da her 1 Mayıs'ta artıyor.
- Meclis'te var mı sol?
- Yolladık işte Ufuk'u (Uras).
- Yani Meclis'te solu Ufuk Uras mı temsil ediyor?
- Etmezse hesap soracağız.
- Türkiye'de sol çok kıymetli bir şey mi hâlâ?
- Çok kıymetli!
- Neden insanlar AKP'yi iktidar yapıyor, neden güçlü bir sol parti yok, neden solda güçlü bir lider yok o zaman?
- AKP muhafazakâr. Hiçbir şey sonsuza kadar muhafaza edilemeyeceği için, her şey değişmeye mahkûm olduğu, değişimin ruhu ve maddesi solda olduğu için sol çok kıymetli, herkes, bütün insanlık için...
- Hatırla Sevgili'yi sürekli izliyorsunuzdur herhalde?
- Tomris Giritlioğlu'nu yakından tanırım. Hikâye 60'lı yıllara gelirken danışmanlık da önerdiler bana ama kabul edemedim.
- Neden kabul etmediniz?
- Dizilerin kaçınılmaz zaafları var. Yani o dizi bir imaj kuruyor, bir imajın hakikatle örtüşmesi gerekmiyor ama politik ve tarihsel açıdan sizin kaygınız tam da bu oluyor! İdam sahnesinin olduğu bölüm dolayısıyla da kararımın doğru olduğunu düşünüyorum.
- Beğenmediniz mi?
- Deniz Gezmiş idam edilmeden önce, çok önemli şeyler söyledi. 'Yaşasın Marksizm Leninizm,' dedi, 'Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği,' dedi. Ama dizide biz bunu duymadık. Deniz'in bütün yaşamı boyunca yaptıklarının, onun hayatının özetiydi bu sözler oysa.
- Kendinizi izlediğinizde ne düşündünüz; yabancılaştınız mı?
- Dizinin önemli bir kusuru var; bizim hareketimizi, yani THKP-C hareketini yan akıntı gibi gösteriyor. Bunun içerisindeki kimliklerin, kişiliklerin nereden çıktıkları, niye var oldukları anlaşılamıyor. Durup dururken zuhur ediyorlar; ben de bir gün türeyiverdim! Ama her şey bir kenara... Yaygın medyada ilk kez 12 Mart'ta yenilenlerin açısından bakılıyor olaya; onların haklı olduğu düşünülerek bakılıyor. Ben hapisten çıkalı 22 yıl olmuş. 22 yılda almadığım mesajı bir haftada aldım.
Denizler icin birsey yapmadan duramazdik
- Kızıldere olayı nasıl gelişti, nasıl bir ruhla gittiniz oraya, ne yapmayı planlıyordunuz?
- Mahirler'in cezaevinden kaçışları sonrası büyük bir takip başladı, peş peşe tutuklamalar sonunda büyük şehirlerde yaşama şansımız kalmadı. Yegane bağlantımız Fatsa civarındaydı, oraya gitmek zorunda kaldık. İkincisi de, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını önlemek konusunda bir karar vardı. Fatsa basılınca İngiliz teknisyenlerin, Denizler'in hayatları karşılığında kaçırılmalarına karar verdik. Kızıldere köyüne gitmemiz de; bu köyün bizi saklamaya amade olmasından, köylülerin bizim tarafımızı tutmasından değildi tabii. Sadece orada bir tane evi biliyorduk ve dört arkadaşımız oradaydı. Biz yapabileceğimiz son şeyi, yapabileceğimiz son yerde yapmış olduk.
- İnanıyor muydunuz bu insanlar karşılığında hükümetin pazarlık yapacağına?
- Herkes bunun böyle olmayacağını biliyordu.
- Bir şeylere tutunma ihtiyacı mıydı sizinki?
- Hiçbir şey yapmadan duramazdık. Çünkü sıkışmıştık ve Denizler idama götürülüyordu. Tabii kimse dönüp birbirine 'Yahu duygun nedir?' diye sormadı ama 'hayatımızın son adımını onurlu atmak' duygusu egemendi o an hepimize.
- Bir çatışmaya girdiniz, pek çok insan öldü, bir tek siz saklanmayı başardınız. 'Ajan', 'muhbir' denildi size bu yüzden. Ne hissettiniz bu kadar yıl?
- Açıkçası bugüne kadar kimse yüzüme karşı böyle bir suçlama yapmadı. Bunlar devrimci hareketin dışındaki eğilimlerin dili; bir politik mücadelede sıkışıldığında, sıra belden aşağı ve arkadan vurmaya geldiğinde kullanılan silahlardan biri.
- O evde kaç kişiydiniz?
- 11 kişiydik; üç de İngilizler 14.
- Katliam sırasında herkes öldürülürken samanlığa geçmeyi nasıl başardınız?
- Bu ayrıntıları konuşursak her şeyi sırayla anlatmam gerekir. Fakat olayların sırası böyle olmadı. Herkes, evin içerisine girilerek öldürülmedi. Dışardan havan toplarıyla ateş edildi, ev çöktü, arkadaşlarımın ellerindeki bombalar patladıktan sonra, sağ kaldığım için kendimi başka bir tarafa atma fırsatı bulabildim.
- Babanız ele geçirilen cesetler arasında sizi teşhis edemeyince yakalanmışsınız. İçin için babanıza kızdınız mı hiç?
- Ona kızamam tabii. Ama böyle bir şey olmasaydı ertesi akşam oradan kaçabilirdim. Çünkü ben ne olduğunu anlayamadığım için kaçamadım; hâlâ beni aradıklarını, köyde pusu olduğunu sanıyordum. Gün ağardıktan sonra fark ettim ki beni öldü sanıyorlar! Niye? Çünkü evin sahibi bizim 11 değil 10 kişi olduğumuzu söylemiş. Arkadaşlarımızın da yüzleri tanınmıyordu. Ben bunları nereden bilebilirdim? Fakat babam gelip ben diye gösterdikleri bedeni 'Bu benim oğlum değil,' diye teşhis edince arama yaptılar.
Babamla kus ayrildik
Bu kadar acılar çekildikten sonra babanızla konuştunuz mu, içinizi döktünüz mü birbirinize?
- Babama karşı daha toleranslı olmuştum ama babamın hiç değişmediğini gördüm, küs ayrıldık. Babam vefat etti beş-altı sene önce, küstük hâlâ...
- Gerçekten mi? Hapiste de mi görüşmediniz?
- Hapiste de bozuştuk. Tuhaf tabii, onun da kendine göre bir inatçılığı vardı. Sonuç olarak küs ayrıldık maalesef.
- Pişmanlık duymuyor musunuz bunun için?
- Yapılacak bir şey yok, ne yapılabilir? Hiç uymadı dünyaya ve birbirimize bakışımız...
- Kaç yıl hapis yattınız?
- 14 yıl.
- Nasıl bir hayat inşa ettiniz kendinize içeride?
- 14 yıl aşağı yukarı üç üniversite bitireceğiniz kadar bir zaman ama içeride tahsil görmediğinize göre bir şeyleri istediğiniz gibi yapamamışsınız demektir. Cezaevi size toplum için kötü olduğunuzu, size tahammül edilmediğini, toplumun sizsiz yapmak istediğini her gün hatırlatmak üzere kurulmuş bir yer. Sizse bunun tersini ispat etmek için her gün yeniden uğraşmalıydınız. İkincisi, rejim sizi cezaevinde yalnız bırakmaz, yani fikrinizi değiştirmeye, sizden başka bir insan yapmaya, sizi 'ıslah etmeye' uğraşır. Ama ben 'ıslahı gayri mümkün' kategorisine konuldum.
- Nasıl başardınız bunu?
- Mesela din dersi vermeye kalkıyorlar, siz 'Teşekkür ederim benim bir dinim yok,' dediğiniz zaman bu bir mesele! Hücre hapsi, dayak, hepsi sırayla...
- 14 yıl sonra yeni hayat kurmak zor olmadı mı?
- O açıdan şanslı sayıyorum kendimi. Cezaevinden çıktığımda okul arkadaşlarımın hepsi şöyle ya da böyle 15 yıl içerisinde toplumda bir yer tutabilmişti, bir ilişki ağları vardı, istemediğim bir iş yapmadım hiç...
En son dilan-cagri tarafından Perş. Nis. 03, 2008 5:29 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°260
Geri: Hatırla Sevgili
(Part 2)
- Ya evlenmek, çocuk sahibi olmak?
- Ben Jack London'ın Yalnız Kahramanlar'ını severdim, onlar örnek alınacak tipler gibi gelirdi bana. Bir de böyle şeylerin insanın başına gelebileceği zamanı cezaevinde geçirdim. Çıktığımda 40 yaşındaydım, o yaştan sonra bir ortaklık kurmak kolay bir şey değil.
- Çocuğunuz olsun istemediniz mi hiç?
- Herkes kendinin bir kopyasını görmek ister ama ben bunun meslek sayılması gerektiğini anladım. Ne yazık ki programımda buna ayıracak zaman yok!
Halk, öyle ya da böyle gerektiğinde tavır koyuyor
- Dayanışma ruhuna sahip, bir şeyleri feda edebilmeyi göze alan, inanan, eşitlik isteyen sizin kuşağınızla şimdiki kuşak ya da gençlik ne kadar uzak birbirine, ne kadar farklı?
- Kimse kaç yaşında, nerede olacağını kendi seçmiyor, böyle bir mesele var. Biz bir toplumda 40-50 yılda bir ortaya çıkabilecek bir yükselme anında 20 yaşında olmuş şanslı insanlardık. Bu farkı yaratan bir çağ, bir zaman. Bu çağ dönümü bize bir bakış, bir tarz, bir hayat kazandırdı. Biz bunu öyle çok bilinçli yapmadık, büyük bir dalganın içinde şekillendik. Her onurlu ve zeki insanın yapabileceği şeyi yaptık, o yürüyüşe dahil olduk. Bir kere bu büyük yürüyüş sekteye uğradı. İkincisi, onları kuşatmak için çok özel bir düzen oluşturuldu 12 Eylül'den başlayarak... Yine de ben bu hayata baktığımda hâlâ şu soruyu soruyorum kendime: Peki bütün yazdığımız kitapları okuyanlar kim, kimler kitap fuarlarını dolduruyor, bütün iyi filmleri kimler seyrediyor, kimler itiraz edenlerin sesine kulak veriyor, kimler izliyor Hatırla Sevgili'yi, kimler sizin gazetenizi okuyor, siz bunları kimler için yapıyorsunuz? Türkiye'nin yüzde 70'i, 35 yaşından genç. Her şeyi gençler için yapıyorsunuz aslında.
- Ergenekon isimli oluşuma gençliğin bu kadar tepkisiz olması düşündürücü değil mi, onların geleceğini ilgilendirmiyor mu bu olanlar?
- Sessizler evet ama bunda haksızlar mı? 65-70 arasında üniversite polisin giremediği yerdi, şimdi ise her sınıfta polis var. İnsanlar da üzerlerindeki baskıyla orantılı hareket ediyorlar, bu bir. İkincisi, tepede cereyan eden bu çatışma onları belki de o kadar ilgilendirmiyor, onların tercihleriyle o kadar alakalı değil belki.
- Ergenekon'un çözülmesi için baskı oluşturması gereken 'bir kısım medya'nın sessiz kalmayı seçmesi, darbe çığırtkanlığı yapanları alkışlayacak hale gelmemiz acıklı değil mi?
- Bu konularda ben sizi kötümser görüyorum. Şuna bakın o zaman; 27 Nisan'da Genelkurmay bir e-muhtıra yayınladı, bütün Türkiye'ye postasını koydu, 'Benim dediğim olacak' diye... Türkiye dinlemedi. Bu az mı? İki hatta iki buçuk darbe geçti Türkiye'nin üzerinden, Doğu'da hâlâ çatışmanın sürdüğü, insanların sokak ortalarında takır takır öldürüldükleri bir dönemde hâlâ insanlar açık konuşmaya, seslerini yükseltmeye, bildiklerini söylemeye, pankartlarını asmaya devam ettiklerine, gözaltında kayıpları ortaya çıkarmak için Galatasaray meydanında üç yıl oturabildiklerine göre bence iyimser olmak için çok fazla neden var. İnsanlar demek ki tavır alıyorlar öyle ya da böyle... Bunu sokakta göstermiyor olmaları başka, bir tavırları olup olmaması başka. Hatırla Sevgili'ye bu kadar reyting kazandıran ne sizce? Bir aşk hikâyesi mi, yoksa insanların bir politikayı şöyle ya da böyle yaşama arzuları mı?
- İlhan Selçuk'un Ergenekon davası yüzünden gözaltına alınmasına nasıl bakıyorsunuz? İçerik, neden değil şekil tartışıldı hep; sizin yorumunuz ne?
- Ben usul açısından polisin hatalı davrandığını düşünüyorum. Yeni mevzuata göre; hiç kimse güneş doğmadan evinden alınamaz, kimsenin evine girilemez. Türkiye'de dört buçukta güneş doğmuyor! Tartışmaya da her yerde önce usulden başlanır. Sizinle tartışırken çok haklı olabilirim ama kulağınızdaki küpeyi çekerek, 'Bu senin kulağına küpe olsun,' dersem bundan hoşlanmazsınız, değil mi? Öte yandan Ergenekon diye bir şey var mı, bu hakikaten soruşturulmalı.
- Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyor musunuz?
- İspat edilmesi gerekiyor.
- Evlerde yakalanan bombalar, konuşmalar kanıt değil mi?
- Bu kanıtların hiçbirini ben görmedim, siz de görmediniz! Bu kanıtların görüleceği yer mahkeme.
- Doğu Perinçek tartışmalı olduğunuz bir isim, o şu anda içeride. Çeteyle işbirliği olduğuna inanıyor musunuz?
- Bunlar deniyor ama aksi ispat edilene kadar herkes masum! Ben bu karineyi koruyorum. Politik tercihleri bakımından böyle bir siyasi gelişmeyi tercih edebileceğini düşünüyorum ama bu onun yapmış olduğu anlamına gelmiyor. İspat edilmesi gerek.
- Ya evlenmek, çocuk sahibi olmak?
- Ben Jack London'ın Yalnız Kahramanlar'ını severdim, onlar örnek alınacak tipler gibi gelirdi bana. Bir de böyle şeylerin insanın başına gelebileceği zamanı cezaevinde geçirdim. Çıktığımda 40 yaşındaydım, o yaştan sonra bir ortaklık kurmak kolay bir şey değil.
- Çocuğunuz olsun istemediniz mi hiç?
- Herkes kendinin bir kopyasını görmek ister ama ben bunun meslek sayılması gerektiğini anladım. Ne yazık ki programımda buna ayıracak zaman yok!
Halk, öyle ya da böyle gerektiğinde tavır koyuyor
- Dayanışma ruhuna sahip, bir şeyleri feda edebilmeyi göze alan, inanan, eşitlik isteyen sizin kuşağınızla şimdiki kuşak ya da gençlik ne kadar uzak birbirine, ne kadar farklı?
- Kimse kaç yaşında, nerede olacağını kendi seçmiyor, böyle bir mesele var. Biz bir toplumda 40-50 yılda bir ortaya çıkabilecek bir yükselme anında 20 yaşında olmuş şanslı insanlardık. Bu farkı yaratan bir çağ, bir zaman. Bu çağ dönümü bize bir bakış, bir tarz, bir hayat kazandırdı. Biz bunu öyle çok bilinçli yapmadık, büyük bir dalganın içinde şekillendik. Her onurlu ve zeki insanın yapabileceği şeyi yaptık, o yürüyüşe dahil olduk. Bir kere bu büyük yürüyüş sekteye uğradı. İkincisi, onları kuşatmak için çok özel bir düzen oluşturuldu 12 Eylül'den başlayarak... Yine de ben bu hayata baktığımda hâlâ şu soruyu soruyorum kendime: Peki bütün yazdığımız kitapları okuyanlar kim, kimler kitap fuarlarını dolduruyor, bütün iyi filmleri kimler seyrediyor, kimler itiraz edenlerin sesine kulak veriyor, kimler izliyor Hatırla Sevgili'yi, kimler sizin gazetenizi okuyor, siz bunları kimler için yapıyorsunuz? Türkiye'nin yüzde 70'i, 35 yaşından genç. Her şeyi gençler için yapıyorsunuz aslında.
- Ergenekon isimli oluşuma gençliğin bu kadar tepkisiz olması düşündürücü değil mi, onların geleceğini ilgilendirmiyor mu bu olanlar?
- Sessizler evet ama bunda haksızlar mı? 65-70 arasında üniversite polisin giremediği yerdi, şimdi ise her sınıfta polis var. İnsanlar da üzerlerindeki baskıyla orantılı hareket ediyorlar, bu bir. İkincisi, tepede cereyan eden bu çatışma onları belki de o kadar ilgilendirmiyor, onların tercihleriyle o kadar alakalı değil belki.
- Ergenekon'un çözülmesi için baskı oluşturması gereken 'bir kısım medya'nın sessiz kalmayı seçmesi, darbe çığırtkanlığı yapanları alkışlayacak hale gelmemiz acıklı değil mi?
- Bu konularda ben sizi kötümser görüyorum. Şuna bakın o zaman; 27 Nisan'da Genelkurmay bir e-muhtıra yayınladı, bütün Türkiye'ye postasını koydu, 'Benim dediğim olacak' diye... Türkiye dinlemedi. Bu az mı? İki hatta iki buçuk darbe geçti Türkiye'nin üzerinden, Doğu'da hâlâ çatışmanın sürdüğü, insanların sokak ortalarında takır takır öldürüldükleri bir dönemde hâlâ insanlar açık konuşmaya, seslerini yükseltmeye, bildiklerini söylemeye, pankartlarını asmaya devam ettiklerine, gözaltında kayıpları ortaya çıkarmak için Galatasaray meydanında üç yıl oturabildiklerine göre bence iyimser olmak için çok fazla neden var. İnsanlar demek ki tavır alıyorlar öyle ya da böyle... Bunu sokakta göstermiyor olmaları başka, bir tavırları olup olmaması başka. Hatırla Sevgili'ye bu kadar reyting kazandıran ne sizce? Bir aşk hikâyesi mi, yoksa insanların bir politikayı şöyle ya da böyle yaşama arzuları mı?
- İlhan Selçuk'un Ergenekon davası yüzünden gözaltına alınmasına nasıl bakıyorsunuz? İçerik, neden değil şekil tartışıldı hep; sizin yorumunuz ne?
- Ben usul açısından polisin hatalı davrandığını düşünüyorum. Yeni mevzuata göre; hiç kimse güneş doğmadan evinden alınamaz, kimsenin evine girilemez. Türkiye'de dört buçukta güneş doğmuyor! Tartışmaya da her yerde önce usulden başlanır. Sizinle tartışırken çok haklı olabilirim ama kulağınızdaki küpeyi çekerek, 'Bu senin kulağına küpe olsun,' dersem bundan hoşlanmazsınız, değil mi? Öte yandan Ergenekon diye bir şey var mı, bu hakikaten soruşturulmalı.
- Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyor musunuz?
- İspat edilmesi gerekiyor.
- Evlerde yakalanan bombalar, konuşmalar kanıt değil mi?
- Bu kanıtların hiçbirini ben görmedim, siz de görmediniz! Bu kanıtların görüleceği yer mahkeme.
- Doğu Perinçek tartışmalı olduğunuz bir isim, o şu anda içeride. Çeteyle işbirliği olduğuna inanıyor musunuz?
- Bunlar deniyor ama aksi ispat edilene kadar herkes masum! Ben bu karineyi koruyorum. Politik tercihleri bakımından böyle bir siyasi gelişmeyi tercih edebileceğini düşünüyorum ama bu onun yapmış olduğu anlamına gelmiyor. İspat edilmesi gerek.
En son dilan-cagri tarafından Perş. Nis. 03, 2008 5:30 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°261
Geri: Hatırla Sevgili
Mustafa Yalçıner, halen Emeğin Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve Özgürlük Dünyası dergisi yazarı.
İdam edilmek istedim
Müjgân HALİS FOTOĞRAF: ERKAN SEVENLER
Mustafa Yalçıner, Nurhak'ta ağır yaralı olarak yakalandı. Yaşamının 15 yılını cezaevinde geçirdi. Hâlâ şimdiki zamanla anlattığı Denizler'in idamını izlemek ise onun yaşamının travması..
1968 yılıydı. Dört ODTÜ'lü, Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Alpaslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner, bir heyecanı ODTÜ stadyumunda yazıya döktüler. Gece yarısından sabaha dek uğraşarak kocaman harflerle DEVRİM yazdılar stadyumun ortasına. Yıllar sonra bile hâlâ silinemeyen o yazıyı yazanlardan sadece bir tanesi sağ kaldı. Nurhak çatışmasında yaralı yakalanan, Che Guevara'nın gerilla günlüğü gibi tuttuğu günlükle döneme ışık tutan ve Deniz Gezmiş'in 'Endi' diye hitap ettiği Yalçıner'le o günleri, Nurhak'ı, Kızıldere'yi, Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin ve Mahir'i konuştuk.
- Nasıl günlerdi o günler?
- Bir festival, bir şenlik, düğün alayı gibi bir dönem. İçtenlik, coşku, dayanışma, bir başkası için-halkı için her şeyi göze alabilme, uçsuz bucaksız bir samimiyet, hiçbir yerde kendine sınır koymayış ve ölümüne bir başkaldırı. Bir düzen karşıtlığı, çok net bir anti-emperyalizm. Önce üniversite içinde, sonra üniversite dışında daha iyisini arama, gençlik eylemleri, sürekli bir eylemlilik ve hareketlilik hali.
- Çok ağır bir bedel ödediniz kuşak olarak. Nerede hata yaptınız?
- Bu taleplerin hiçbirinde bir problem olduğunu hâlâ düşünmüyorum. Ama o günün gençliğinin yaptığı yanlışlar elbette vardı. Bu ödenen bedelin kendisi gösteriyor ki öngörülen başarıya ulaşamadık. Yanlışlarımızın ceremesini halk çekmedi. Denizler'in bir özelliği halkın çöpüne zarar vermemek, halkın içinde bulunduğu durumu kötüleştirmemekti. Daha sonra Deniz'in arkadaşları olarak biz THKO'lular (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) özeleştiri yaptık. Dedik ki; devrim küçük grupların silahlanmasıyla, kitlelerle olur. Geçmişe dönüp baktığımda halkın Denizler'in hakkını ödeyemediğini düşünüyorum.
- Dönemin gençliğini yasadışına ne itti?
- Başlangıçta yurt sorunları, fahiş teksir fiyatları gibi gençliğin son derece basit taleplerini savunuyorduk. Ama daha en baştan öyle tepkilerle karşılaştık. 6. Filo protestosunda, palalarla, kılıçla, bıçaklarla üstümüze saldırdılar, üç arkadaşımızı öldürdüler, bu olay tarihe 'Kanlı Pazar' diye geçti. Arkasından yeni oluşmakta olan ülkü ocakları gibi silahlı gruplar, doğrudan gençliği hedeflemeye başladılar. Gençliğin de içinde ister istemez kendini koruma kaygılı silahlanma eğilimleri baş gösterdi. Yani silahı çok sevdiğimizden, silaha âşık olduğumuzdan silahlanmadık.
- Kaç kişi gitmiştiniz Nurhak'a? Nurhak'a gidişi, Nurhak çatışmasını, sonrasında yaşananları anlatır mısınız?
- 20 kişiden fazlaydık. Ben Nurhak'a ilk gidenlerden, ilk yığınağı yapanlardanım. Öncesinde bölgeye köylü mitingleri vesilesiyle gitmiş, bütün köyleri dolaşmış, dağa çıkacağımız bölgeyi karış karış taramış ve köylülerle tanışmıştık. Denizlerin bankaya girmesinden elde edilen paralarla aldığımız silahları kuşanıp Malatya'nın Kürecik bölgesinden başlayarak 'Oh be özgürüz,' dediğim dağlara vurmuştuk kendimizi. Beş ay dağlarda, mağaralarda, ağaç diplerinde yaşadık. Bunun finalini Denizler'in yakalanması getirdi.
- Bunu hiç hesaplamamıştınız sanırım...
- Evet, bu sefer onların kurtarılması asıl sorunsalımız durumuna geldi. En olabilir eylemin Malatya Kürecik'teki radar üssünün basılması olduğunu kararlaştırdık. Gidip radar üssünü ele geçirecek, her tarafını patlayıcılarla döşeyecek ve Denizler'i isteyecektik. Talihin kötü bir cilvesi olarak sabaha karşı şafak atmaya başlarken bir çoban tarafından görüldük, çoban köye dönüp muhtara haber vermiş, muhtar da hemen jandarmayı aramış. Sinan Cemgil ve Hacı Tonak tepeye doğru çıktılar, Sinan nöbet tutacak, Hacı da Kürecikli olduğu için radar üssüne giden servis arabasının saatlerini öğrenmek üzere aşağı inecekti. Tepenin eteğinde askerlerle karşılaştılar ve çatışma başladı. Çok eşitsiz bir çatışmaydı. Biz geriye oldukça yavaş çekilmeye çalışırken, önce sol yanımızdaki tepelerdeki askerlerce, sonra sağ yanımızdan köylüler tarafından, en son da çekilmeye çalıştığımız arka taraftan kuşatma içine alındık. Burada üçümüz Kadir, Alpaslan ve ben vurulduk. En son Sinan vuruldu. Ben şans eseri yaralı kurtuldum. Sonra bana teşhis için Sinan, Alp ve Kadir'in ölülerini gösterdiler. Hepsi öldükten sonra bir de yakından taranmıştı, Sinan'ın vücudu delik deşikti, en az 70-80 kurşun vardı.
- Mahir'i tanımıştınız değil mi?
- Mahir düşünce bakımından oldukça gelişkin arkadaşlarımızdan biriydi. O zamanki Aydınlık dergisine sıkça yazardı, dönemin teorisyenleri arasındaydı. Başlangıçta bizim Mahir'e dair düşüncemiz çok olumlu değildi. Biz yazma, çizme, dergi çıkarma işinin sonuna gelindiği, artık kalem oynatmanın yeterli olmadığı ve artık silaha sarılmanın zorunluluğu üzerine netleşmiştik. Mahir'i kalem efendisi olarak görüyorduk. Sonradan Mahir'i biz mücadele içinde yeniden gördük ve bir davaya farklı örgütler içerisinde, aşağı yukarı aynı yöntemlerle giden insanlar olduk.
- Cezaevinden kurtarılmaya çalışılan bir idamlık olarak Mahirler'in sizin için bir şeyler yaptığını bilmek nasıl bir duyguydu?
- Sorunu biz kendi kurtuluşumuz olarak görmedik. Can telaşına düştüğümüzü hiç hatırlamıyorum. Cezaevindeyken idamla dalga geçiyor, buna dair oyunlar oynuyorduk. Mahirler, Cihanlar vurulup öldüğünde olağanüstü üzüldük. Ölenlerin hepsini tanıyorduk, ama Cihan'ın Deniz'de bambaşka bir yeri vardı, çok eski arkadaşlardı. Sonra içeride Denizlerle birlikte idamı beklerken, idam kararım bozuldu ve ben çıldıracak duruma geldim.
- Suçluluk duygusu mu?
- Bir-bir buçuk aylık bir zamandır bu. O güne kadar idam oyunu oynayarak gelmişiz ve birden benim idamım kalkıyor. Ben oyunu oynayamaz duruma geldim çünkü 'kurtulmuş'tum. Bir insan idam edilmek ister mi? Ben istedim. Onların idamını seyretmek durumunda bırakıldım diye her şeye küfretmeye, lanet okumaya başladım. Sonra eylemler başarısız oldu ve bir gece yarısı zincir şakırtılarını ve "Hadi eyvallah" sesini duyduk. Son kez üç-dört gün önce bizle vedalaşmaya geldiklerinde görüşmüştük.
- Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir dediğinde ilk çağrıştırdıkları neler sizin için?
- Deniz müthiş bir coşku, müthiş bir kabına sığmazlık, müthiş bir etkileme gücüydü. Yusuf ile Alpaslan, birer hamaldı. Kirli, paslı, başkalarının 'Bunu ben yapmayayım,' dediği ne varsa, o ikisi üstlenirdi. Hüseyin, gerçek anlamda THKO'nun beyniydi ve müthiş soğukkanlıydı. Hangi taşı kaldırsanız altından çıkardı, ama görünüşte hiçbir taşın altında yoktu. Mahir, düşüncelerinde uzlaşmaz, net, köşeli, çok kararlı biriydi. Bugünden baktığında bile neden THKP-C'nin önderinin neden Mahir olduğu anlaşılabilir. Mahir önder bir kişilikti.
Biz hâlâ dokuz kardeşiz[/COLOR]
NURAN ALPTEKİN (Kızıldere'de öldürülen Cihan Alptekin'in ablası)..
"Kızıldere katliamı olduğunda ben Ankara'daydım. Radyodan olan biteni izlemeye çalışıyorduk, öldürüldüklerini haber aldık. Bir araba tutuldu, babam Niksar'a gitti, oradan kardeşimin ölüsünü binbir güçlükle aldı. Biz dokuz kardeşiz, şimdi sekiz kaldık ama 'Hâlâ dokuzuz,' diyoruz, Cihan'ı listeden hiç çıkarmadık. Engelleyeceğimiz hiçbir şey yoktu, çünkü bu onlar için bir davaydı. Onların kafalarını değiştirmek, vazgeçin demek hiçbir işe yaramıyordu. Cihan'ın ölümünden 19 yıl sonra Oy Cihan Bizum Cihan diye bir kitap yazdım. Kitabı yazana kadar Cihan hakkında konuşmak benim için tabuydu. O konuyla ilgili hiçbir şey okumuyordum, arkadaşlarıyla konuşmak istemiyordum. Ne zamanki kendimde cesaret buldum ve kitabı yazmaya başladım, olayı ancak o zaman kabullenebildim. Ölenlerin hiçbirini Cihan'dan ayırmıyorum. Onlar akıllı çocuklardı. Dünyada olup bitenle, ülkelerinde olup bitenle çok ilgiliydiler. Cumhuriyet değerleriyle yetiştirilmiş çocuklardı, o değerleri delikanlılıktan kaynaklanan bir hisle sorguluyorlardı. Bu sorgulamalar onları o yola soktu. Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) karalanması, itilmesi, kakılması çocukları ortada bıraktı. TİP yaşasaydı, yaşatılsaydı bu çocuklar belki de o partinin içinde mücadelelerini vereceklerdi ve bugün de yaşıyor olacaklardı. Devlet bilinçle o çocukları öldürerek, onların temsil ettiği düşünceyi de yok etmek istedi. O çocuklar böyle ölmeyi, o üç gencimiz idamı hak etmediler. Onlar kazanılamaz mıydı?"
Hukuka saygımı yitirdim
HALİT ÇELENK (Avukat-İdam gecesinin tanığı)..
- Mahkemenin idam kararı vereceğini beklemiş miydiniz?
- Beklemiyordum çünkü olayda Türk Ceza Kanunu'nun 146/1. maddesi uygulanmak isteniyordu. Oysa bu maddenin öğeleri, olayda oluşmamıştı. Denizler Anayasa'yı ihlal etmekten yargılanıyorlardı oysa onlar Anayasa'yı savunuyorlar ve tastamam uygulanmasını istiyorlardı. Olayda birçok hafifletici gerekçe vardı ama mahkeme dikkate almadı. Bu yolda yapılan savunmaları, "Biz karara bağlamayı Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne bırakıyoruz,'' dediler. Çünkü karar hukuki değil, siyasi bir karardı.
- İnfaza tanık olmak sizin tercihiniz miydi?
- Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları dava devam ederken bizi cezaevine çağırdı, "Eğer bizim hakkımızda ölüm cezası çıkarsa sizin infazda bulunmanızı istiyoruz. Çünkü biz ölüm cezasını gerektiren bir suç işlemedik. Biz bunları anlatacağız ve mahkemenin verdiği yanlış kararı açıklamaya çalışacağız. Ve siz buna tanık olup daha sonra kamuoyuna açıklamalısınız,'' dediler. Bunu adeta bir vasiyet gibi söylemişlerdi. Gömülecekleri yeri ve ifadelerindeki başka maddeleri de değiştirmek istedik ama mümkün olmadı.
- Toplum onların suçlu olduğuna inanmış mıydı?
- Onların idam cezası gerektiren bir suç işlediğine kamuoyu inanmadı. Bütün toplantı ve yürüyüşlerde halk "Bu gençlere yazık oldu. İdamlık suç işlemediler,'' diyordu. Onlar askere, polise hiç silah çekmediler. Silahları olduğu halde çekmediler. Şarkışla'da Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan yakalandıklarında jandarma Yusuf Aslan'a ateş etti onu karnından yaraladı ve yere yıkıldı. Deniz elinde silahla bunu gördü fakat jandarmaya ateş etmediler. Çünkü onlar ilke olarak silahları savunma için taşımışlardı, adam öldürmek için değil.
- İdam kararından sonra neler hissettiniz?
- İdamı gerektiren bir suç işlediklerine inanmadığım genç insanları savunmamıza, elimizden gelen her şeyi yapmamıza karşın böyle bir idam ve infaz karşısında hukuka olan saygımı yitirdim.
- İnfaz edildikleri gece neler oldu? O geceden geriye hangi duygular kaldı?
- O acıyı hâlâ taşıyorum içimde.
Hatırladı sevgili okuyucu
Hatırla Sevgili dizisinin son bölümünün yayınlanmasının ardından kitapçılarda Deniz Gezmiş'in idamı ve Kızıldere olaylarını anlatan kitapların satışlarında büyük artış oldu. İdam Gecesi Anıları, Darağacında Üç Fidan, Öldükleriyle Kalmadılar gibi kitaplara ilgi artarken Alkım Kitabevi görevlileri satışta en büyük artışın Gülünün Solduğu Akşam kitabında görüldüğünü söyledi: "Zaten bir süredir çok ilgi gören Gülünün Solduğu Akşam kitabının satışları, Hatırla Sevgili'nin son bölümünün yayınlanmasından sonra önemli ölçüde arttı." Beyoğlu'ndaki Pandora, Robinson Crusoe gibi 'butik' kitapçılarda ise bu kitapların satışında bir artış gerçekleşmedi.
Sabah/Pazar
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°262
Geri: Hatırla Sevgili
Sabah/Pazar - Ecevit Kılıç
Kanlı olayların iki mimarı!
12 Mart darbesinin simgesi Orgeneral Faik Türün ve Kızıldere katliamını gerçekleştiren ekibin başındaki teğmen Mustafa İlerisoy'un portresi..
Mahir Çayan ve diğer öğrenci liderlerinin katliamlarla öldürülmesinin başlangıcı, sola karşı yapılan 12 Mart 1971 darbesiydi. Bu darbenin simgesi ise İstanbul Sıkıyönetim Komutanı, Orgeneral Faik Türün'dü. Mahir Çayan, Faik Türün'ün yönettiği ve birçok arkadaşının da öldürüldüğü operasyonlardan kurtulmak için Anadolu'ya geçmişti. Ancak Faik Türün'ün oluşturduğu özel ekipler, gençleri Kızıldere'de öldürdü. Ziverbey Köşkü'ndeki işkenceli sorgularla da özdeşleşen Türün, 17 Ekim 1913'te Bursa'da doğdu. Ailesi, Faik Türün'ü normal bir okulda okutamayacak kadar yoksuldu. Ailenin isteği oğullarını askeri okula vererek masraflardan kurtulmaktı. Öyle de oldu. Faik Türün, Bursa Işıklar Askeri Okulu'na yatılı olarak başladı. Hem de ilkokul kısmından. Liseden sonra girdiği Harbiye'yi 1933'te bitirdi. Harp Akademisi'nden ise 1942'de çıktı. Kurmay binbaşı olduğunda Kore Savaşı başlamıştı. Faik Türün de ikinci Türk tugayında görevli olarak Kore'ye gitti. Tugayın en önemli birimi olan harekattan sorumlu oldu. Amerikalılarla çok yakın çalıştı. Hatta yakalanan ajanların sorgulamasında Amerikalılarla birlikte görev aldı. Bu sırada Amerikan özel harp tekniklerini de öğrendi. Buradaki sorgulama ve eğitimler sonunda içindeki komünist düşmanlığı iyice arttı. Dönüşte de zaten Amerika tarafından 'gümüş yıldız' nişanıyla ödüllendirildi.
VATAN İÇİN YAPMIŞ...
12 Mart darbesiyle birlikte İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak atandı. İstanbul'daki işkenceli sorguların en üst rütbeli sorumlusuydu. Kore Savaşı'nda Amerika kamplarında öğrendiği esirleri sorgulama tekniklerini, Ziverbey Köşkü işkencelerinde uygulamasıyla ünlendi. Onlarca aydın, sanatçı ve yazar bu işkence tezgâhlarından geçti. Darbeden iki yıl sonra da Birinci Ordu Komutanı olarak emekliye ayrılan Türün, aynı yıl 17 Ekim tarihli Yankı dergisine verdiği demeçte ilk itirafında bulundu: "Kadıköy'deki köşkü, kontrgerilla örgütüne özel olarak hazırlattım." Daha sonraki demeçlerinde ise işkencelerin 'gerekçesini' açıkladı: "Ne yaptıysak vatan için yaptık." Türün'ün tepki gösterdiği soru ise Ziverbey Köşkü'nde yeni işkence metotlarının uygulanmasıyla ilgili oldu: "Dün ne olduysa ne yapıldıysa bugün de onlar olmuştur. Biz yeni bir metot tatbik etmedik." Türün, emekliye ayrılmadan önce Süleyman Demirel'in desteğiyle Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmak istendi. Ancak diğer askerler karşı çıkınca emekliye sevk edildi. Eşref Akıncı yeni kara kuvvetleri komutanı olunca Türün de devlete küstü! Süleyman Demirel, bir sonraki seçimde Türün'ün gönlünü aldı! Türün artık Adalet Partisi milletvekiliydi. Demirel, yıllar sonra, 12 Eylül darbesinden önce Faik Türün'ü bu kez de cumhurbaşkanı yapmak istedi. Ama yine başarılı olamadı. 12 Mart'ın 'kudretli paşası' Türün için 12 Eylül darbesinden sonra her şey tersine gitmeye başladı. Öldürülme korkusu sardı. Bu nedenle artık dışarı bile çıkmıyordu. Bu korku sürerken ciddi bir felç geçirdi. Ömrünün son beş yılında yatağa mahkûm oldu. Orgeneral Türün, 15 Şubat 2003'te yaşamını yitirdi.
OPERASYONUN TEĞMENİ
Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere katliamında görev alan devlet görevlileri de zamanla tek tek ortaya çıktı. Bazıları anılarında operasyona katıldıklarını anlattı, bazıları tanıkların ifadeleriyle belirlendi. Operasyonun en tepesinde iki önemli isim vardı: MİT Müsteşarı Korgeneral Nurettin Ersin ve Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Vehbi Parlar. Bir komando birliği de Nevşehir'den Kızıldere'ye getirildi. Özel harp eğitimi almış jandarma subay ve astsubayları da sevk edildi. Evi ateşe tutan ekibin başında ise özel harp eğitimli jandarma teğmeni vardı: Mustafa İlerisoy. Hatta ilk ateş eden de İlerisoy'du. Operasyonda MİT yöneticisi Mehmet Eymür, İstanbul Daire Başkan Yardımcısı Albay Yaşar Savaş ve yine teşkilattan Necdet Akın vardı. MİT Ankara Bölge Başkanı Albay Süleyman Yenilmez de oradaydı. Hatta Mustafa İlerisoy, operasyonu yaşının büyük olması ve tecrübesinden dolayı Süleyman Yenilmez'in yönetmesi önerisini getirdi. Ama Süleyman Yenilmez yorgun olması nedeniyle kabul etmedi. Kızıldere katliamındaki 'başarısı' nedeniyle Mustafa İlerisoy önce takdirname aldı, ardından da ödüllendirildi. Birkaç ay sonra da üsteğmen yapıldı. Ama bu İlerisoy'un içinde yer aldığı ilk derin devlet operasyonu değildi. İlerisoy, 12 Mart öncesinde de Ankara'daki komando kamplarında ülkücülere eğitim veren subaylardandı. İlerisoy, asteğmen Doktor Necdet Güçlü'nün 13 Nisan 1970 günü öldürülmesinde kullanılan iki silahtan birinin de sahibiydi. İlerisoy'un silah, '6815248' seri numaralı ordu malıydı. Diğer silah ise yine teğmen Fehmi Altınbilek'e aitti. Altınbilek de TİKKO örgütü lideri İbrahim Kaypakkkaya'nın yakalandığı ve işkenceyle öldürüldüğü operasyonu yapan ekibin başındaydı. Altınbilek, daha sonra hem Abdi İpekçi cinayeti hem de 1990'lı yıllardaki Susurluk döneminde yeniden gündeme geldi. Kızıldere katliamının, başındaki Mustafa İlerisoy ise bir daha gündeme gelmedi.
Kanlı olayların iki mimarı!
12 Mart darbesinin simgesi Orgeneral Faik Türün ve Kızıldere katliamını gerçekleştiren ekibin başındaki teğmen Mustafa İlerisoy'un portresi..
Mahir Çayan ve diğer öğrenci liderlerinin katliamlarla öldürülmesinin başlangıcı, sola karşı yapılan 12 Mart 1971 darbesiydi. Bu darbenin simgesi ise İstanbul Sıkıyönetim Komutanı, Orgeneral Faik Türün'dü. Mahir Çayan, Faik Türün'ün yönettiği ve birçok arkadaşının da öldürüldüğü operasyonlardan kurtulmak için Anadolu'ya geçmişti. Ancak Faik Türün'ün oluşturduğu özel ekipler, gençleri Kızıldere'de öldürdü. Ziverbey Köşkü'ndeki işkenceli sorgularla da özdeşleşen Türün, 17 Ekim 1913'te Bursa'da doğdu. Ailesi, Faik Türün'ü normal bir okulda okutamayacak kadar yoksuldu. Ailenin isteği oğullarını askeri okula vererek masraflardan kurtulmaktı. Öyle de oldu. Faik Türün, Bursa Işıklar Askeri Okulu'na yatılı olarak başladı. Hem de ilkokul kısmından. Liseden sonra girdiği Harbiye'yi 1933'te bitirdi. Harp Akademisi'nden ise 1942'de çıktı. Kurmay binbaşı olduğunda Kore Savaşı başlamıştı. Faik Türün de ikinci Türk tugayında görevli olarak Kore'ye gitti. Tugayın en önemli birimi olan harekattan sorumlu oldu. Amerikalılarla çok yakın çalıştı. Hatta yakalanan ajanların sorgulamasında Amerikalılarla birlikte görev aldı. Bu sırada Amerikan özel harp tekniklerini de öğrendi. Buradaki sorgulama ve eğitimler sonunda içindeki komünist düşmanlığı iyice arttı. Dönüşte de zaten Amerika tarafından 'gümüş yıldız' nişanıyla ödüllendirildi.
VATAN İÇİN YAPMIŞ...
12 Mart darbesiyle birlikte İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak atandı. İstanbul'daki işkenceli sorguların en üst rütbeli sorumlusuydu. Kore Savaşı'nda Amerika kamplarında öğrendiği esirleri sorgulama tekniklerini, Ziverbey Köşkü işkencelerinde uygulamasıyla ünlendi. Onlarca aydın, sanatçı ve yazar bu işkence tezgâhlarından geçti. Darbeden iki yıl sonra da Birinci Ordu Komutanı olarak emekliye ayrılan Türün, aynı yıl 17 Ekim tarihli Yankı dergisine verdiği demeçte ilk itirafında bulundu: "Kadıköy'deki köşkü, kontrgerilla örgütüne özel olarak hazırlattım." Daha sonraki demeçlerinde ise işkencelerin 'gerekçesini' açıkladı: "Ne yaptıysak vatan için yaptık." Türün'ün tepki gösterdiği soru ise Ziverbey Köşkü'nde yeni işkence metotlarının uygulanmasıyla ilgili oldu: "Dün ne olduysa ne yapıldıysa bugün de onlar olmuştur. Biz yeni bir metot tatbik etmedik." Türün, emekliye ayrılmadan önce Süleyman Demirel'in desteğiyle Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmak istendi. Ancak diğer askerler karşı çıkınca emekliye sevk edildi. Eşref Akıncı yeni kara kuvvetleri komutanı olunca Türün de devlete küstü! Süleyman Demirel, bir sonraki seçimde Türün'ün gönlünü aldı! Türün artık Adalet Partisi milletvekiliydi. Demirel, yıllar sonra, 12 Eylül darbesinden önce Faik Türün'ü bu kez de cumhurbaşkanı yapmak istedi. Ama yine başarılı olamadı. 12 Mart'ın 'kudretli paşası' Türün için 12 Eylül darbesinden sonra her şey tersine gitmeye başladı. Öldürülme korkusu sardı. Bu nedenle artık dışarı bile çıkmıyordu. Bu korku sürerken ciddi bir felç geçirdi. Ömrünün son beş yılında yatağa mahkûm oldu. Orgeneral Türün, 15 Şubat 2003'te yaşamını yitirdi.
OPERASYONUN TEĞMENİ
Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere katliamında görev alan devlet görevlileri de zamanla tek tek ortaya çıktı. Bazıları anılarında operasyona katıldıklarını anlattı, bazıları tanıkların ifadeleriyle belirlendi. Operasyonun en tepesinde iki önemli isim vardı: MİT Müsteşarı Korgeneral Nurettin Ersin ve Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Vehbi Parlar. Bir komando birliği de Nevşehir'den Kızıldere'ye getirildi. Özel harp eğitimi almış jandarma subay ve astsubayları da sevk edildi. Evi ateşe tutan ekibin başında ise özel harp eğitimli jandarma teğmeni vardı: Mustafa İlerisoy. Hatta ilk ateş eden de İlerisoy'du. Operasyonda MİT yöneticisi Mehmet Eymür, İstanbul Daire Başkan Yardımcısı Albay Yaşar Savaş ve yine teşkilattan Necdet Akın vardı. MİT Ankara Bölge Başkanı Albay Süleyman Yenilmez de oradaydı. Hatta Mustafa İlerisoy, operasyonu yaşının büyük olması ve tecrübesinden dolayı Süleyman Yenilmez'in yönetmesi önerisini getirdi. Ama Süleyman Yenilmez yorgun olması nedeniyle kabul etmedi. Kızıldere katliamındaki 'başarısı' nedeniyle Mustafa İlerisoy önce takdirname aldı, ardından da ödüllendirildi. Birkaç ay sonra da üsteğmen yapıldı. Ama bu İlerisoy'un içinde yer aldığı ilk derin devlet operasyonu değildi. İlerisoy, 12 Mart öncesinde de Ankara'daki komando kamplarında ülkücülere eğitim veren subaylardandı. İlerisoy, asteğmen Doktor Necdet Güçlü'nün 13 Nisan 1970 günü öldürülmesinde kullanılan iki silahtan birinin de sahibiydi. İlerisoy'un silah, '6815248' seri numaralı ordu malıydı. Diğer silah ise yine teğmen Fehmi Altınbilek'e aitti. Altınbilek de TİKKO örgütü lideri İbrahim Kaypakkkaya'nın yakalandığı ve işkenceyle öldürüldüğü operasyonu yapan ekibin başındaydı. Altınbilek, daha sonra hem Abdi İpekçi cinayeti hem de 1990'lı yıllardaki Susurluk döneminde yeniden gündeme geldi. Kızıldere katliamının, başındaki Mustafa İlerisoy ise bir daha gündeme gelmedi.
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°263
Geri: Hatırla Sevgili
SABAH/PAZAR
Hatırla Sevgili'den bir sahne. Mahir Çayan (yemek yiyen) ve Cihan Alptekin (solunda) cezaevinden kaçtıktan sonra İstanbul'da barınamayıp Kızıldere'ye doğru yola çıkmadan önce.
Kızıldere katliamı sırasında Ziverbey Köşkü'nde işkence görüyordum
Hatırla Sevgili dizisinin son bölümünde yayınlanan Deniz Gezmiş'in ölmeden önceki son sözleri değiştirilmişti. Tomris Giritlioğlu'nun proje sorumlusu, Nilgün Öneş, Leyla Olça ve Aylin Alıberen'in senarist, Ümmü Burhan'ın ise yönetmen olarak görev yaptığı dizide Deniz Gezmiş'in son sözleri olan: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marxizm- Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm!" değiştirildi. Bunun yerine dizide Deniz Gezmiş ölmeden önce yalnızca: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye," dedi. Senaryo danışmanları arasında sosyolog Ferhat Kentel'in de bulunduğu Hatırla Sevgili için bir süre danışmanlık yapan yayıncı Fahri Aral, daha önce bir açıklama yaparak: "Daha güzel bir dünya uğruna idam sehpalarına giden Denizler ve bu uğurda can veren onlarca arkadaşımın anısına saygı duyduğumdan dizinin danışmanlığından ayrılıyorum," demiş ve diziyle ilişkisini kesmişti. Görüşlerine başvurduğumuz Fahri Aral, dizi hakkında şunları söyledi: "Hatırla Sevgili'ye 10 bölüm boyunca danışmanlık yaptım, son kez Kanlı Pazar'la ilgili bölümden sonra bir açıklama yaparak ayrıldım. Önce onlar: 'Olaylarda İlim Yayma Cemiyeti yokmuş!' diyerek benim Deniz'in ağzından Vali Vefa Poyraz'la ilgili yazdığım repliği öne sürerek, artık benimle çalışmayacaklarını söylediler. Daha sonra arayarak, yanlış anlama olduğunu, danışmanlığımın devam ettiğini ifade ettiler. Ama bir bölüm sonra 'sanal' bir sahne yaratarak, İlim Yayma Cemiyeti'nin olayların içinde olmadığını ve yanlışlıkla karıştırıldığını 'anlatan' bir mizansen yarattılar." Fahri Aral, Kızıldere katliamından haberdar oluşunu ise şöyle anlattı: "Kızıldere hakkında bir şey söylemem zor. Çünkü olay sırasında Erenköy'de Ziverbey Köşkü'nde 'misafir' ediliyordum. Köşkün bahçesinden gözlerim bağlı olarak geçirilip, müştemilat gibi bir yerde dar bir beton zeminli ve sadece yatak atılmış bir odada, üzerimde kirli, yırtık bir asker pijamasıyla kalıyordum. Bir gece yarısı büyük gürültülerle uyandım, bitişikte tahmin ettiğim odaya külçe gibi bir şey atıldı ve kilitlenen kapının sesiyle birlikte 'Hadi zıbar bakalım burada...' diye bir konuşma duydum. Saatler sonra hem öksürük sesinden hem de gidip gelenlerin konuşmalarından, getirilen kişinin Ertuğrul Kürkçü olduğunu anlamıştım. Ertuğrul'un da Ankara'da ya da İstanbul'da yakalanıp, buraya getirildiğini tahmin ediyordum. Ne Kızıldere ne diğer olaylar, bunların hiçbirinden zaten haberim olamazdı. Birkaç gün sonra 'işkencem' tamamlanıp, sorguya alındığımda, gözlerim bağlı olduğu için sesinden tanıdığım ve daha önce 1. Şube'den aşina bir müdür yardımcısı: 'Bak artık bittiniz, her şey tamam, devlete karşı gelenlerin sonu bu işte...' diyerek gözlerimi açtı ve 1 ya da 2 Nisan tarihli gazeteleri önüme attı."
Hatırla Sevgili'den bir sahne. Mahir Çayan (yemek yiyen) ve Cihan Alptekin (solunda) cezaevinden kaçtıktan sonra İstanbul'da barınamayıp Kızıldere'ye doğru yola çıkmadan önce.
Kızıldere katliamı sırasında Ziverbey Köşkü'nde işkence görüyordum
Hatırla Sevgili dizisinin son bölümünde yayınlanan Deniz Gezmiş'in ölmeden önceki son sözleri değiştirilmişti. Tomris Giritlioğlu'nun proje sorumlusu, Nilgün Öneş, Leyla Olça ve Aylin Alıberen'in senarist, Ümmü Burhan'ın ise yönetmen olarak görev yaptığı dizide Deniz Gezmiş'in son sözleri olan: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marxizm- Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm!" değiştirildi. Bunun yerine dizide Deniz Gezmiş ölmeden önce yalnızca: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye," dedi. Senaryo danışmanları arasında sosyolog Ferhat Kentel'in de bulunduğu Hatırla Sevgili için bir süre danışmanlık yapan yayıncı Fahri Aral, daha önce bir açıklama yaparak: "Daha güzel bir dünya uğruna idam sehpalarına giden Denizler ve bu uğurda can veren onlarca arkadaşımın anısına saygı duyduğumdan dizinin danışmanlığından ayrılıyorum," demiş ve diziyle ilişkisini kesmişti. Görüşlerine başvurduğumuz Fahri Aral, dizi hakkında şunları söyledi: "Hatırla Sevgili'ye 10 bölüm boyunca danışmanlık yaptım, son kez Kanlı Pazar'la ilgili bölümden sonra bir açıklama yaparak ayrıldım. Önce onlar: 'Olaylarda İlim Yayma Cemiyeti yokmuş!' diyerek benim Deniz'in ağzından Vali Vefa Poyraz'la ilgili yazdığım repliği öne sürerek, artık benimle çalışmayacaklarını söylediler. Daha sonra arayarak, yanlış anlama olduğunu, danışmanlığımın devam ettiğini ifade ettiler. Ama bir bölüm sonra 'sanal' bir sahne yaratarak, İlim Yayma Cemiyeti'nin olayların içinde olmadığını ve yanlışlıkla karıştırıldığını 'anlatan' bir mizansen yarattılar." Fahri Aral, Kızıldere katliamından haberdar oluşunu ise şöyle anlattı: "Kızıldere hakkında bir şey söylemem zor. Çünkü olay sırasında Erenköy'de Ziverbey Köşkü'nde 'misafir' ediliyordum. Köşkün bahçesinden gözlerim bağlı olarak geçirilip, müştemilat gibi bir yerde dar bir beton zeminli ve sadece yatak atılmış bir odada, üzerimde kirli, yırtık bir asker pijamasıyla kalıyordum. Bir gece yarısı büyük gürültülerle uyandım, bitişikte tahmin ettiğim odaya külçe gibi bir şey atıldı ve kilitlenen kapının sesiyle birlikte 'Hadi zıbar bakalım burada...' diye bir konuşma duydum. Saatler sonra hem öksürük sesinden hem de gidip gelenlerin konuşmalarından, getirilen kişinin Ertuğrul Kürkçü olduğunu anlamıştım. Ertuğrul'un da Ankara'da ya da İstanbul'da yakalanıp, buraya getirildiğini tahmin ediyordum. Ne Kızıldere ne diğer olaylar, bunların hiçbirinden zaten haberim olamazdı. Birkaç gün sonra 'işkencem' tamamlanıp, sorguya alındığımda, gözlerim bağlı olduğu için sesinden tanıdığım ve daha önce 1. Şube'den aşina bir müdür yardımcısı: 'Bak artık bittiniz, her şey tamam, devlete karşı gelenlerin sonu bu işte...' diyerek gözlerimi açtı ve 1 ya da 2 Nisan tarihli gazeteleri önüme attı."
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°264
Geri: Hatırla Sevgili
SABAH/PAZAR
İşkencenin simgesi..
Adı nedeniyle Ziverbey'de olduğu zannedilen, fakat Erenköy'de bulunan köşk, şimdi apartman haline gelmiş durumda. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınan sol görüşlü yüzlerce kişiye, bu köşkte işkence uygulandı. İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal gibi yazarlarla Numan Esin, Talat Turhan gibi kimi eski 27 Mayısçıların da işkence gördüğü Ziverbey Köşkü, aynı zamanda Kontrgerilla örgütünün ilk kez açığa çıktığı yer oldu. Köşke götürülen isimlerin duydukları ilk sözler şöyleydi: "Genelkurmay'a bağlı Kontrgerilla teşkilatının elindesin. Burada Anayasa yok. Yasalar yok. Yalnızca biz varız. Sorduklarımıza doğru cevaplar verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen. İstersek seni yok ederiz ve kimse de bizden hesap soramaz!" İlhan Selçuk, 1988 yılında yayımlanan Ziverbey Köşkü kitabında, o günleri ayrıntılarıyla anlatmıştı.
İşkencenin simgesi..
Adı nedeniyle Ziverbey'de olduğu zannedilen, fakat Erenköy'de bulunan köşk, şimdi apartman haline gelmiş durumda. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınan sol görüşlü yüzlerce kişiye, bu köşkte işkence uygulandı. İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal gibi yazarlarla Numan Esin, Talat Turhan gibi kimi eski 27 Mayısçıların da işkence gördüğü Ziverbey Köşkü, aynı zamanda Kontrgerilla örgütünün ilk kez açığa çıktığı yer oldu. Köşke götürülen isimlerin duydukları ilk sözler şöyleydi: "Genelkurmay'a bağlı Kontrgerilla teşkilatının elindesin. Burada Anayasa yok. Yasalar yok. Yalnızca biz varız. Sorduklarımıza doğru cevaplar verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen. İstersek seni yok ederiz ve kimse de bizden hesap soramaz!" İlhan Selçuk, 1988 yılında yayımlanan Ziverbey Köşkü kitabında, o günleri ayrıntılarıyla anlatmıştı.
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°265
Geri: Hatırla Sevgili
SABAH/ PAZAR
Deniz Gezmiş 'f klavye' istedi
TAHSİN GÜRDAL (Deniz Gezmiş ve diğer öğrencilerin soruşturmalarında görev alan dönemin Ankara İkinci Şube Müdürü)
"1970 yılından itibaren Cinayet Masası'nın alanına siyasi konular da girdi. Çünkü Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan ve Yusuf Küpeli'nin siyasi eylemleri vardı. İlk karşılaştığımız siyasi olaylardan biri, Ertuğrul Kürkçü'nün yedisekiz arkadaşıyla Cemal Gürsel Meydanı'nda bulunan bir panoyu kırmaları iddiasıyla şubeye getirilmesiydi. Gençlerin ifadesini almak bana düşmüştü. Ancak siyasi içerikli konuşmalarından, kullandıkları kelimelerden hiçbir şey anlamıyordum. En basiti FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) diyorlardı, bunun ne olduğunu bilmiyordum. Hep devrimci kelimeler kullanılıyordu. Onların ifadesini alıp gönderdikten sonra düşündüm, benim sol içerikli kelimelerin çok geçtiği kitapları okumam gerekiyordu. Felsefenin Temel İlkeleri'yle başladım, Che Guevara'nın da kitaplarını okudum. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının arandığı dönemde üst üste banka soygunları oluyordu. Olay yerine gittiğimiz zaman verilen eşkaller hep aynıydı; Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş. Sürekli ihbarlar geliyor: 'Deniz Gezmiş ve arkadaşları burada!' İhbarı alınca ekiplere anons ediyoruz ve açık adresi veriyoruz; gidiyoruz olay yerine, bizden 15 dakika önce ayrılmışlar. Nasıl oluyor da bizden önce kaçıyorlardı, kendimize sürekli bu soruyu soruyorduk. Bunun cevabını Yozgat'ta yakalandıktan sonra Ankara'ya getirilen Yusuf Aslan verdi: 'Ben küçük el radyosunu dinleme cihazına çeviriyordum. Sizin telsiz konuşmalarınızı dinliyordum. Adres telsizden geçince hemen ayrılıyorduk.' Yusuf'un babası Beşir ağabey de bizde polis memuruydu. Oğlunun durumundan dolayı emekliliğini isteyerek ayrıldı. Bir televizyon programında bir milletvekili, Deniz Gezmiş'in adam öldürdüğünü söyledi. Deniz Gezmiş hiç kimseyi öldürmemiştir. Deniz'in silahlı olayları genellikle banka soygunlarıdır. Bir de yaralama olayı var; TRT'nin önünde Vahap Çınar adlı polis memurunu ayağından yaraladı. Orada da öldürme kastı yoktur. Deniz Gezmiş yakalandığında yine söylediklerini anlayamama sorunu çıktı. İfadesi alınacak, Deniz Gezmiş emniyetin altıncı katına çıkarıldı. Sorgusuna MİT, Emniyet istihbaratı ve biz katıldık. Deniz anlatmaya başladı ama kullandığı sözcüklerden kimse bir şey anlamıyor. Anlattıklarını anlayacak kimse çıkmayınca Deniz, bize 'Siz benim ifademi zor alacaksınız. En iyisi siz bana bir 'f klavye' daktilo bulun kendim yazarım, siz de altına imza atarsınız,' dedi. Ama Emniyet'te 'f klavye' yoktu. Bunun üzerine Deniz, Yenimahalle'deki bir bankanın şubesinde 'f klavye' bulunduğunu söyledi. Sonra ifadesini aldık. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamına benim de girmem gerekiyordu ama girmedim. Çünkü içime sindiremedim. Hem de idamı görmek istemiyordum."
***
Düzmece bir senaryoydu
ALTAN ÖYMEN (Gazeteci-yazar. 1972'de birçok aydınla birlikte uçak kaçırma nedeniyle Ziverbey Köşkü'nde sorgulandı)
"1972 yılının başlarında biz, ölüm cezalarına karşı bir imza kampanyası düzenledik. Aramızda, rahmetli dostlarım Onat Kutlar, Erdal Öz, Emil Galip Sandalcı vardı. Dönem 12 Mart dönemiydi. Tam o sırada bir uçak kaçırma olayı oldu. Dört kişi bir THY uçağını Sofya'ya kaçırmış ve uçağı havaya uçurmamalarının şartı olarak da, cezaların infaz edilmemesini istemişlerdi. Ankara'da da idamlar maalesef, infaz edildi. Bir süre sonra da bizi, sıkıyönetim kararıyla gözaltına aldılar. Senaryolarına göre ben, uçağın kaçırılması işinin planlayıcıları arasındaydım. Türk Hava Yolları'nda ve Ankara Esenboğa Havaalanı'nda tanıdıklarım varmış. Biri yer hostesiymiş, adı Leyla'ymış. Öteki kargo memuruymuş. Diyarbakırlıymış, adı Mahmut'muş. Onlar bana uçakla ilgili bilgiler vermişler. Ben de o bilgilerle birlikte uçak kaçırma işinin planlamasına katılmışım. Fakat THY'nin Esenboğa kadrosunda ne yer hostesi olarak çalışan bir Leyla vardı, ne de başka bir görevde çalışan Leyla. Diyarbakırlı Mahmut'a gelince. Gene iyi bir rastlantı, kargo servisi dahil, tüm kadro içinde ne bir Mahmut vardı, ne de bir Diyarbakırlı. Sorgum, gözaltına alınmamdan sonraki sekizinci gün yapıldı. Sorulan sorular çoktu ama, tüm sorgunun uçak kaçırmayla ilgili bölümü hayli kısaydı. Sorular, asıl, imza toplama kampanyası üzerineydi. Sorguda biri gözümdeki bağı çözdü. 30-35 yaşlarında sarışın veya kumral bir sivildi, tutanağı imzalamamı istedi. Önce okumak istediğimi söyledim. Hafif bir gülümsemeyle, 'Söyledikleriniz dışında bir şey yazmadık. Bakın ama, çabuk olun,' dedi. 'Herhalde çıkarım artık, bugün mü, yarın mı?' diye sordum, aldığım yanıt şuydu: 'Siz belki duymadınız ama biz, radyolardan ilan ettik, uçak kaçırma suçuyla suçlandığınızı. Biraz vakit geçmesi lazım ki, unutulsun.' O, geçmesi lazım gelen vakit iki buçuk ay sürdü. Çıktığım gün gözaltına alındığımız günlerin gazetelerine baktım. Arkadaşlarımla beraber 'uçak kaçırma'mız manşetlerdeydi. Tahliye edilişim ise, iç sayfalardaki tek sütun başlıklı, üç-dört cümlelik bir haberle bildirildi."
Deniz Gezmiş 'f klavye' istedi
TAHSİN GÜRDAL (Deniz Gezmiş ve diğer öğrencilerin soruşturmalarında görev alan dönemin Ankara İkinci Şube Müdürü)
"1970 yılından itibaren Cinayet Masası'nın alanına siyasi konular da girdi. Çünkü Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan ve Yusuf Küpeli'nin siyasi eylemleri vardı. İlk karşılaştığımız siyasi olaylardan biri, Ertuğrul Kürkçü'nün yedisekiz arkadaşıyla Cemal Gürsel Meydanı'nda bulunan bir panoyu kırmaları iddiasıyla şubeye getirilmesiydi. Gençlerin ifadesini almak bana düşmüştü. Ancak siyasi içerikli konuşmalarından, kullandıkları kelimelerden hiçbir şey anlamıyordum. En basiti FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) diyorlardı, bunun ne olduğunu bilmiyordum. Hep devrimci kelimeler kullanılıyordu. Onların ifadesini alıp gönderdikten sonra düşündüm, benim sol içerikli kelimelerin çok geçtiği kitapları okumam gerekiyordu. Felsefenin Temel İlkeleri'yle başladım, Che Guevara'nın da kitaplarını okudum. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının arandığı dönemde üst üste banka soygunları oluyordu. Olay yerine gittiğimiz zaman verilen eşkaller hep aynıydı; Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş. Sürekli ihbarlar geliyor: 'Deniz Gezmiş ve arkadaşları burada!' İhbarı alınca ekiplere anons ediyoruz ve açık adresi veriyoruz; gidiyoruz olay yerine, bizden 15 dakika önce ayrılmışlar. Nasıl oluyor da bizden önce kaçıyorlardı, kendimize sürekli bu soruyu soruyorduk. Bunun cevabını Yozgat'ta yakalandıktan sonra Ankara'ya getirilen Yusuf Aslan verdi: 'Ben küçük el radyosunu dinleme cihazına çeviriyordum. Sizin telsiz konuşmalarınızı dinliyordum. Adres telsizden geçince hemen ayrılıyorduk.' Yusuf'un babası Beşir ağabey de bizde polis memuruydu. Oğlunun durumundan dolayı emekliliğini isteyerek ayrıldı. Bir televizyon programında bir milletvekili, Deniz Gezmiş'in adam öldürdüğünü söyledi. Deniz Gezmiş hiç kimseyi öldürmemiştir. Deniz'in silahlı olayları genellikle banka soygunlarıdır. Bir de yaralama olayı var; TRT'nin önünde Vahap Çınar adlı polis memurunu ayağından yaraladı. Orada da öldürme kastı yoktur. Deniz Gezmiş yakalandığında yine söylediklerini anlayamama sorunu çıktı. İfadesi alınacak, Deniz Gezmiş emniyetin altıncı katına çıkarıldı. Sorgusuna MİT, Emniyet istihbaratı ve biz katıldık. Deniz anlatmaya başladı ama kullandığı sözcüklerden kimse bir şey anlamıyor. Anlattıklarını anlayacak kimse çıkmayınca Deniz, bize 'Siz benim ifademi zor alacaksınız. En iyisi siz bana bir 'f klavye' daktilo bulun kendim yazarım, siz de altına imza atarsınız,' dedi. Ama Emniyet'te 'f klavye' yoktu. Bunun üzerine Deniz, Yenimahalle'deki bir bankanın şubesinde 'f klavye' bulunduğunu söyledi. Sonra ifadesini aldık. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamına benim de girmem gerekiyordu ama girmedim. Çünkü içime sindiremedim. Hem de idamı görmek istemiyordum."
***
Düzmece bir senaryoydu
ALTAN ÖYMEN (Gazeteci-yazar. 1972'de birçok aydınla birlikte uçak kaçırma nedeniyle Ziverbey Köşkü'nde sorgulandı)
"1972 yılının başlarında biz, ölüm cezalarına karşı bir imza kampanyası düzenledik. Aramızda, rahmetli dostlarım Onat Kutlar, Erdal Öz, Emil Galip Sandalcı vardı. Dönem 12 Mart dönemiydi. Tam o sırada bir uçak kaçırma olayı oldu. Dört kişi bir THY uçağını Sofya'ya kaçırmış ve uçağı havaya uçurmamalarının şartı olarak da, cezaların infaz edilmemesini istemişlerdi. Ankara'da da idamlar maalesef, infaz edildi. Bir süre sonra da bizi, sıkıyönetim kararıyla gözaltına aldılar. Senaryolarına göre ben, uçağın kaçırılması işinin planlayıcıları arasındaydım. Türk Hava Yolları'nda ve Ankara Esenboğa Havaalanı'nda tanıdıklarım varmış. Biri yer hostesiymiş, adı Leyla'ymış. Öteki kargo memuruymuş. Diyarbakırlıymış, adı Mahmut'muş. Onlar bana uçakla ilgili bilgiler vermişler. Ben de o bilgilerle birlikte uçak kaçırma işinin planlamasına katılmışım. Fakat THY'nin Esenboğa kadrosunda ne yer hostesi olarak çalışan bir Leyla vardı, ne de başka bir görevde çalışan Leyla. Diyarbakırlı Mahmut'a gelince. Gene iyi bir rastlantı, kargo servisi dahil, tüm kadro içinde ne bir Mahmut vardı, ne de bir Diyarbakırlı. Sorgum, gözaltına alınmamdan sonraki sekizinci gün yapıldı. Sorulan sorular çoktu ama, tüm sorgunun uçak kaçırmayla ilgili bölümü hayli kısaydı. Sorular, asıl, imza toplama kampanyası üzerineydi. Sorguda biri gözümdeki bağı çözdü. 30-35 yaşlarında sarışın veya kumral bir sivildi, tutanağı imzalamamı istedi. Önce okumak istediğimi söyledim. Hafif bir gülümsemeyle, 'Söyledikleriniz dışında bir şey yazmadık. Bakın ama, çabuk olun,' dedi. 'Herhalde çıkarım artık, bugün mü, yarın mı?' diye sordum, aldığım yanıt şuydu: 'Siz belki duymadınız ama biz, radyolardan ilan ettik, uçak kaçırma suçuyla suçlandığınızı. Biraz vakit geçmesi lazım ki, unutulsun.' O, geçmesi lazım gelen vakit iki buçuk ay sürdü. Çıktığım gün gözaltına alındığımız günlerin gazetelerine baktım. Arkadaşlarımla beraber 'uçak kaçırma'mız manşetlerdeydi. Tahliye edilişim ise, iç sayfalardaki tek sütun başlıklı, üç-dört cümlelik bir haberle bildirildi."
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°266
Geri: Hatırla Sevgili
Ertuğrul Özkök'ten Deniz Gezmiş ile ilgili bir yazı...
Siz Deniz Gezmiş'in bir Alman sevgilisi olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum. Bedri Baykam'ın ‘‘68'li Yıllar'' adlı kitabından öğrendim.
İnsan bazen çok güzel şeyleri atlayabiliyor.
Bedri Baykam'ın bu kitabını atlamışım.
Geçenlerde ‘‘Mahir Çayan yaşasaydı holding patronu olurdu'' tartışması açılınca, kütüphanemde duran bu kitabı alıp okudum.
Mükemmel bir kitap.
Bedri Baykam gerçekten güzel bir şey yapmış.
68'in önde gelen eylemcileriyle konuşmuş.
Konuşanların çoğu içten, naif ve ittihatçı.
* * *
O dönemin önde gelen eylemcilerinden Mustafa Gürkan anlatıyor.
Deniz Gezmiş'in bir Alman sevgilisi varmış.
Kız bir gün İstanbul'a gelmiş.
Tabii ortada ciddi bir sorun var.
Deniz Gezmiş kızı nereye götürecek?
Bu bölümü Mustafa Gürkan'dan aynen aktarıyorum:
‘‘Şimdi kızla buluşacak, ama gidecek hiçbir yeri yok. Neden yok? Birincisi normal gidebileceği bir ev yok. İkincisi, kızın arkadaşlarının evine kızla birlikte gidemez. Çünkü Deniz gibi bir adam kızlarla mızlarla nasıl gezer, ne işi var? Beni götürdü biliyor musun kızla yemeğe.''
Arkasından devam ediyor:
‘‘Bu benim arkadaşlık sırrımdır. 30 seneyi aştı. Kızı üniversitenin bahçesine götürdük. Beşe kadar beraber oturduk. Sonra ‘Biz gidiyoruz' dedi. ‘Nereye gidiyorsunuz' dedim. Saat sabaha karşı 5 ya da 6. Üniversitenin bahçesine gittiler.''
Gün o gün.
Tabii bugünün zihniyeti ile baktığınız zaman insanın aklına şu soru geliyor.
Niye bir otele götürmemiş?
* * *
Nitekim Bedri Baykam da bu soruyu sormuş. Ama biraz dolaylı biçimde:
‘‘Oteller pahalıydı öyle mi?''
İşte size çok ilginç bir cevap:
‘‘Hayır. Otele bir kadını götürmek, o kadına değer vermemek anlamına gelir. Öyle bir şey aklımıza gelmez. Üniversite bizim evimiz.''
Müthiş bir aşk ahlakı tartışması.
Sevilen kadın otele götürülür mü götürülmez mi?
Ama o zamanlar bu eylemin adı, ‘‘Otele atmak''tı.
Devrimci zihniyette buydu.
* * *
Aradan 30 yıl geçtiği için Mustafa Gürkan'ın zihin arşivleri kamuya açılmış.
Deniz Gezmiş'in aşklarına ait ilginç olaylar anlatıyor.
En sevdiği şarkı, ‘‘Ben seni unutmak için sevmedim''miş.
En büyük aşkı ise Avniye Anadol.
Deniz'in hayatında bir de ‘‘Modesti'' diye bir kız varmış. Tıp fakültesinde okuyormuş.
Yine kitaptan aktarıyorum:
‘‘Deniz hapse girmeden önce ona askıntı oluyordu. Hapishaneye girdik, kız hapishaneye geldi ilan-ı aşk etti. Sultanahmet Cezaevi'ne. Sonra onunla ilişkisi koptu.''
İlişkiyi koparan da Profesör Cihat Abaoğlu olmuş.
Kızın ailesini tanıyormuş. Onlara gidip, ‘‘Bu adam iflah olmaz. Serserinin tekidir'' demiş.
Ailesi devreye girmiş. Kız da korkup Deniz'i terk etmiş.
* * *
Bir devrimciye ait insani ayrıntılar devam ediyor.
Deniz Gezmiş'in muazzam bir öldürülme korkusu varmış.
O nedenle arkadaşları, ‘‘Gel seni yurtdışına kaçıralım'' demiş.
Ama o kabul etmemiş.
‘‘Serde ittihatçılık var ya, Nazım'a bile kızıyor. Yani git hapis yat; bir yere kaçmak ters geliyor.''
Dışarı gitmek için bir şartı var.
Che Guevara gibi savaşmaya gitmek.
Bir hafta içinde kitabı baştan sona okudum.
Büyük efsanelerin arkasındaki ‘‘küçük insan manzaraları'' insanı etkiliyor.
Bizim 68'imiz, böyle naif devrimcilerle başladı.
Sonra 1970'li yıllarda dejenere edildi.
Kötüler geldi.
Ama orada, hepimizin gençliğinde işte böyle çocukça meydan okuyuşlar, naif duruşlar, mini şövalyelikler vardı.
Bir de zamansız ölümler.
Pisi pisine ölümler, öldürülmeler...
Siz Deniz Gezmiş'in bir Alman sevgilisi olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum. Bedri Baykam'ın ‘‘68'li Yıllar'' adlı kitabından öğrendim.
İnsan bazen çok güzel şeyleri atlayabiliyor.
Bedri Baykam'ın bu kitabını atlamışım.
Geçenlerde ‘‘Mahir Çayan yaşasaydı holding patronu olurdu'' tartışması açılınca, kütüphanemde duran bu kitabı alıp okudum.
Mükemmel bir kitap.
Bedri Baykam gerçekten güzel bir şey yapmış.
68'in önde gelen eylemcileriyle konuşmuş.
Konuşanların çoğu içten, naif ve ittihatçı.
* * *
O dönemin önde gelen eylemcilerinden Mustafa Gürkan anlatıyor.
Deniz Gezmiş'in bir Alman sevgilisi varmış.
Kız bir gün İstanbul'a gelmiş.
Tabii ortada ciddi bir sorun var.
Deniz Gezmiş kızı nereye götürecek?
Bu bölümü Mustafa Gürkan'dan aynen aktarıyorum:
‘‘Şimdi kızla buluşacak, ama gidecek hiçbir yeri yok. Neden yok? Birincisi normal gidebileceği bir ev yok. İkincisi, kızın arkadaşlarının evine kızla birlikte gidemez. Çünkü Deniz gibi bir adam kızlarla mızlarla nasıl gezer, ne işi var? Beni götürdü biliyor musun kızla yemeğe.''
Arkasından devam ediyor:
‘‘Bu benim arkadaşlık sırrımdır. 30 seneyi aştı. Kızı üniversitenin bahçesine götürdük. Beşe kadar beraber oturduk. Sonra ‘Biz gidiyoruz' dedi. ‘Nereye gidiyorsunuz' dedim. Saat sabaha karşı 5 ya da 6. Üniversitenin bahçesine gittiler.''
Gün o gün.
Tabii bugünün zihniyeti ile baktığınız zaman insanın aklına şu soru geliyor.
Niye bir otele götürmemiş?
* * *
Nitekim Bedri Baykam da bu soruyu sormuş. Ama biraz dolaylı biçimde:
‘‘Oteller pahalıydı öyle mi?''
İşte size çok ilginç bir cevap:
‘‘Hayır. Otele bir kadını götürmek, o kadına değer vermemek anlamına gelir. Öyle bir şey aklımıza gelmez. Üniversite bizim evimiz.''
Müthiş bir aşk ahlakı tartışması.
Sevilen kadın otele götürülür mü götürülmez mi?
Ama o zamanlar bu eylemin adı, ‘‘Otele atmak''tı.
Devrimci zihniyette buydu.
* * *
Aradan 30 yıl geçtiği için Mustafa Gürkan'ın zihin arşivleri kamuya açılmış.
Deniz Gezmiş'in aşklarına ait ilginç olaylar anlatıyor.
En sevdiği şarkı, ‘‘Ben seni unutmak için sevmedim''miş.
En büyük aşkı ise Avniye Anadol.
Deniz'in hayatında bir de ‘‘Modesti'' diye bir kız varmış. Tıp fakültesinde okuyormuş.
Yine kitaptan aktarıyorum:
‘‘Deniz hapse girmeden önce ona askıntı oluyordu. Hapishaneye girdik, kız hapishaneye geldi ilan-ı aşk etti. Sultanahmet Cezaevi'ne. Sonra onunla ilişkisi koptu.''
İlişkiyi koparan da Profesör Cihat Abaoğlu olmuş.
Kızın ailesini tanıyormuş. Onlara gidip, ‘‘Bu adam iflah olmaz. Serserinin tekidir'' demiş.
Ailesi devreye girmiş. Kız da korkup Deniz'i terk etmiş.
* * *
Bir devrimciye ait insani ayrıntılar devam ediyor.
Deniz Gezmiş'in muazzam bir öldürülme korkusu varmış.
O nedenle arkadaşları, ‘‘Gel seni yurtdışına kaçıralım'' demiş.
Ama o kabul etmemiş.
‘‘Serde ittihatçılık var ya, Nazım'a bile kızıyor. Yani git hapis yat; bir yere kaçmak ters geliyor.''
Dışarı gitmek için bir şartı var.
Che Guevara gibi savaşmaya gitmek.
Bir hafta içinde kitabı baştan sona okudum.
Büyük efsanelerin arkasındaki ‘‘küçük insan manzaraları'' insanı etkiliyor.
Bizim 68'imiz, böyle naif devrimcilerle başladı.
Sonra 1970'li yıllarda dejenere edildi.
Kötüler geldi.
Ama orada, hepimizin gençliğinde işte böyle çocukça meydan okuyuşlar, naif duruşlar, mini şövalyelikler vardı.
Bir de zamansız ölümler.
Pisi pisine ölümler, öldürülmeler...
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°267
Geri: Hatırla Sevgili
Demirel'den Deniz Gezmiş'e Sır Teklif
31 Mart 2008 13:57Süleyman Demirel'in idam edilen Deniz Gezmiş'e gizli teklifi ilk kez gün yüzüne çıktı. İşte Bora Gezmiş'in yıllardır sakladığı o sır.
ATV'nin reyting rekortmeni dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı:
"Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi."
İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:
'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'
"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş."
Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi.
Sevgili'de 'Üçünü de biz gömdük'
İdamların olduğu gece Ankara'ya ertesi gün yapacakları görüş için baba oğul beraber gittiklerini kaydeden Bora Gezmiş o geceyi de şöyle anlattı:
"Ankara Ulus'ta bir otelde kalıyorduk. Gece saat 3-4 gibi resepsiyona polisler geldi, infazın gerçekleştiğini söylediler ve bizi Karşıyaka mezarlığına götürdüler. Hüseyin İnan'ın babası Hıdır İnan ile Yusuf Aslan'ın babası Beşir Aslan ve eniştesi de oradaydı. Deniz yakın arkadaşı Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istemiş. Haberimiz olmadığından ben 'İstanbul'a götürelim' dedim. Ancak görevliler 'Hemen gömün' dedi. O gece beş kişi sırayla üçünü de defnettik. Kimse de bize yardım etmedi."
31 Mart 2008 13:57Süleyman Demirel'in idam edilen Deniz Gezmiş'e gizli teklifi ilk kez gün yüzüne çıktı. İşte Bora Gezmiş'in yıllardır sakladığı o sır.
ATV'nin reyting rekortmeni dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı:
"Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi."
İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:
'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'
"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş."
Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi.
Sevgili'de 'Üçünü de biz gömdük'
İdamların olduğu gece Ankara'ya ertesi gün yapacakları görüş için baba oğul beraber gittiklerini kaydeden Bora Gezmiş o geceyi de şöyle anlattı:
"Ankara Ulus'ta bir otelde kalıyorduk. Gece saat 3-4 gibi resepsiyona polisler geldi, infazın gerçekleştiğini söylediler ve bizi Karşıyaka mezarlığına götürdüler. Hüseyin İnan'ın babası Hıdır İnan ile Yusuf Aslan'ın babası Beşir Aslan ve eniştesi de oradaydı. Deniz yakın arkadaşı Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istemiş. Haberimiz olmadığından ben 'İstanbul'a götürelim' dedim. Ancak görevliler 'Hemen gömün' dedi. O gece beş kişi sırayla üçünü de defnettik. Kimse de bize yardım etmedi."
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°268
Geri: Hatırla Sevgili
Radikal Gazetesi Cumartesi Eki
Yani sevgili hatırladı mı?
'Hatırla Sevgili', bir dönem sadece 'anarşik' diye anılan solcu gençleri başrole çıkararak iyi bir şey mi yaptı, yoksa sadece romantik isyankârlara basit bir mesel mi sundu? Yarın 30 Mart; Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının Kızıldere'de öldürülüşünün üzerinden 36 yıl geçmişken, hatırlayalım...
KIVANÇ KOÇAK
Hatırla Türkiye, unutma onları...
Güvenlik kuvvetleri büyük bir maharetle, kimseye zarar vermeden hayatlarını tehlikeye koymak suretiyle, çelik yelekli bir tim ile eve girmeye muvaffak olmuşlardır... Çetin bir müsademe sonunda çelik yelekli ekip, hepsini ölü olarak ele geçirmiştir... Bütün harekat boyunca güvenlik kuvvetlerimiz tahammülsüz bir insanlık ve sabır göstermek suretiyle başta üç ecnebiyi kurtarmak ve diğerlerinin de hayatlarına kıymamak için insanüstü büyük bir gayret göstermişlerdir... Olayların başlangıcından bitimine kadar cesurane ve hiçbir fedakarlıktan çekinmeden türlü güçlüklere rağmen tam bir insani duygu ve vazifeşinaslık içinde görev yapmış bulunan bütün jandarma teşkilatı mensuplarına, onlara yardımcı olan emniyet ve istihbarat teşkilatı mensuplarına ve baştan sona kadar bizlere yardımcı olan kadirşinas, asil vatandaşlarımıza derin minnet ve şükranlarımı sunmayı vazife saymaktayım."
Hikmet, televizyonda!
12 sene kadar önceydi. Ankara'da gezmediğim kitapçı kalmamıştı. Yoktu. Öyle bir kitabın varlığından bile habersiz kitabevi çalışanları suratıma acayip acayip bakıyordu; öyle bir kitabın varlığından habersiz, yazarından haberli olanların bakışı daha da acayipti. Ama yoktu işte. Neden sonra Zafer Çarşısı'nda epey kıyıda kalmış bir kitapçıda arka raflardan bir yerden çıktı. Unutmuyorum, "Valla bu da nereden kalmış bilmiyorum" dedi kitapçı. Kitabın arka kapağında onun el yazısı vardı, dolmuşla eve dönerken uzun uzun baktığımı da hatırlıyorum. Aslında Mahir Çayan'ın 'Toplu Yazıları'nı şimdi arasanız kitapçılarda (hatta artık o zamanlar olmayan internet kitapçılarını da dahil edin işin içine) bulma ihtimaliniz yine çok fazla değil sanki. Ama Mahir Çayan'ların, Deniz Gezmiş'lerin, bir dönemin 'solcu gençleri'nin adları belki de hiç olmadıkları kadar gündemde bir biçimde. Hikmet, televizyonda!
Başladığı günden beri geniş bir izleyici kitlesi yakalayan 'Hatırla Sevgili', bir aşk hikâyesiyle dönem hikâyesini yan yana sürdürmesiyle vakti zamanında 'Çemberimde Gül Oya'nın açtığı yoldan gidiyor aslında. Fakat ele aldığı dönem biraz daha geniş; 60'larda başlayan dizi, yapımcıların söylediğine göre 12 Eylül'de sona erecek. 60'lı yılları Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idamları üzerine kuran dizi, 70'leri de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamı üzerinden anlatıyor büyük ölçüde. Bu çerçevede dönemin sol dalgasının içinde yer alan birçok ismi de yine dizide görmek mümkün.
Tam da bu yüzden işte ucundan kıyısından değindiğimiz gibi diziyle birlikte Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi isimler memleket gündemine tekrar geldi. Daha doğrusu kendi gündemlerini oluşturmaya başladılar. Zira 'gençlerin' vakti zamanında ne yaptıklarından habersiz birçok insan, özellikle yeni kuşak gençler bu isimlerle ilgilenmeye başladılar. İki hafta önceki bölümde Deniz Gezmiş'in idamı vardı. Hemen ertesinde çıkan bir haber aslında meramımızı tam olarak anlatıyor: "Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idama gidişlerini anlatan 'Hatırla Sevgili' dizisinin son bölümü, geçtiğimiz hafta sonu Gezmiş hakkında yazılan kitapların satışlarını patlattı. Bazı kitabevleri bu artışın yüzde 300'e ulaştığını iddia ediyor." Kitabevi görevlileri daha önce haftada 2-3 tane sattıkları Erdal Öz'ün 'Gülünün Solduğu Akşam', Nihat Behram'ın 'Darağacında Üç Fidan', Oral Çalışlar'ın 'Denizler İdama Giderken', Turhan Feyzioğlu'nun 'Bizim Deniz' adlı kitaplarının 20'şer 30'ar tane satılmaya başladığından söz ediyor. Sahiden inanılmaz bir artıştan söz ettiğimiz ortada; diziyi seyredip gözyaşlarını tutamayanlar kitapçılara koşturmuşa benziyor.
Anarşikler başrolde
Mevzu üzerinden 'Hatırla Sevgili' hakkında, nereden baktığımıza bağlı olarak konuşabiliriz: 'Çok şahane bir iş, memleketin ihtiyacı olan şey', 'Olan bitenin bu kadar yüzeysel, bir ölçüde nesnellikten uzak anlatılması doğru değil'. Oysa gerçek tabii ki de bu ikisinin arasında bir yerde belki de.
Bu memleketin, tarihinde yaşanmış bir sürü şeyle arasına mesafe soktuğunu biliyoruz. Bunu ya olan bitenler hakkında neredeyse hiç konuşmayarak ya da konuştuğunda bol miktarda eğip bükerek, çarpıtarak, 'öcüleştirerek' de diyebiliriz, yaptığını da. Düşünün ki, 'Hatırla Sevgili' yakın tarihe ilişkin bu kadar direkt bir anlatımı olan neredeyse ilk dizi. Halbuki, ya nasıl anlatılacağı bilinmediğinden (düşük ihtimal) ya 'Aman o toplara hiç girmeyelim' denildiğinden (orta dereceli ihtimal) ya da basitçe tutmayacağı düşünüldüğü için (yüksek ihtimal) pek örneği yapılmamış bir iş olmasına rağmen dizinin aldığı reytingler, televizyon izleyicisinin böyle bir şey beklediğini gösteriyor. Hal böyleyken yakaladığı iyi izlenme oranıyla epey fazla kişinin hayatında yer alan, ucundan kıyısından da olsa belli bir 'solcu tavrı' olan dizinin yarattığı popülerliği hiç de küçümsememek gerek. Zira birilerinin yıllardır 'anarşik', 'huzur ve güven ortamını bozucu', 'eli kanlı terörist', 'adam kaçıran banka soyguncuları' olarak tanımladığı isimleri merkeze alarak birçok insana meselenin pek de öyle olmadığını gösteriyor sonuçta.
Ama beri yandan işte, meseleyi sanki bu kadar 'basitmiş' gibi göstermesi var: Birtakım 'romantik isyankârların', çokça gençliklerinin verdiği coşku ve heyecanla kalkıştığı işler... Diziden sonra konuyla ilgili kitapları almaya koşanları, daha etraflı bir şeyler öğrenmek isteyenleri nispeten bir kenara ayıralım tabii ama başka bir sürü şeyde olduğu gibi çoğunluğun, algısını salt televizyonda gördükleri noktasında bırakacağını bilmiyor muyuz? Televizyonda gördüklerinin de, Deniz'in Rodrigo'nun gitar konçertosunu çok sevdiği için idama giderken ıslıkla onu çalması, idam sehpasında ettiği ilk cümle ve sonra reklamlar olduğunu! Zaten 'bağımsızlık için mücadele eden, Mustafa Kemal'in izinden giden çocuklar' algısına sahip kaç izleyicinin, kaç Atatürkçü'nün, kendini solcu görenin tahammülü o sözlerin devamını duymaya yeter ki bugün Türkiye'de?: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!"
'Hatırla Sevgili'nin önemli, faydalı ve iyi bir iş gördüğünü teslim etmek lazım kesinlikle. Hiç yoksa, bahsettiğimiz kitap haberi bile yeter sebeptir buna. Ama işte tıpkı Deniz'in, Che'nin kitaplarını basıp, fotoğraflarını kullanarak kendilerine mal ederken bir yandan da 'Kürt Varsa Sorun Var', 'Türk Oğlu Türk Kızı Türklüğünü Koru', 'Kürt Sorunu Yok Kürt İstilası Var' gibi yazılar yayımlamaktan çekinmeyen 'Türk Solu' dergisi çevresinin ve aslında daha geniş bir 'zihniyetin' yaptığı gibi, Deniz'in Mahir'in gerçek bağlamlarından kopuk bir şekilde değerlendirilmesine karşı mücadele etmek gerektiği de açık.
"...saat tahminen 14.00-14.10 arasındaydı... Dışarıdan ani bir ateş başladı. Neye uğradığımızı anlayamadık... Merdivenden baş aşağı kaydığımda başıma ılık bir şeyler aktığını hissettim. Kafamı kaldırdığımda Mahir'in deliğin başında cansız halde yattığını gördüm. 'Mahir, sen de mi gittin!' diye bağırdım." (Anlatan: Ertuğrul Kürkçü; Uğur Mumcu, Çıkmaz Sokak, Tekin Yayınevi)
Yarın 30 Mart. Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının Kızıldere'de -dönemin İçişleri Bakanı'nın deyişiyle- 'tahammülsüz bir insanlık ve sabır göstermek suretiyle' öldürülmesinin üzerinden 36 yıl geçmiş olacak. 26 yaşında öldürüldüğünde memlekete ve dünyaya dair çokça okumuş, doğrusuyla yanlışıyla teorik açılımlar getirmeye çalışmış Mahir, 'Hatırla Sevgili'de öldüğünde Deniz kadar mevzu edilmedi ama kim bilir belki de dizide görüp onu biraz daha tanımaya çalışan birileri yarın kitapçılarda 'Toplu Yazıları'nı, biyografisini arar... Bu bile sahiden bir şeydir...
Yani sevgili hatırladı mı?
'Hatırla Sevgili', bir dönem sadece 'anarşik' diye anılan solcu gençleri başrole çıkararak iyi bir şey mi yaptı, yoksa sadece romantik isyankârlara basit bir mesel mi sundu? Yarın 30 Mart; Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının Kızıldere'de öldürülüşünün üzerinden 36 yıl geçmişken, hatırlayalım...
KIVANÇ KOÇAK
Hatırla Türkiye, unutma onları...
Güvenlik kuvvetleri büyük bir maharetle, kimseye zarar vermeden hayatlarını tehlikeye koymak suretiyle, çelik yelekli bir tim ile eve girmeye muvaffak olmuşlardır... Çetin bir müsademe sonunda çelik yelekli ekip, hepsini ölü olarak ele geçirmiştir... Bütün harekat boyunca güvenlik kuvvetlerimiz tahammülsüz bir insanlık ve sabır göstermek suretiyle başta üç ecnebiyi kurtarmak ve diğerlerinin de hayatlarına kıymamak için insanüstü büyük bir gayret göstermişlerdir... Olayların başlangıcından bitimine kadar cesurane ve hiçbir fedakarlıktan çekinmeden türlü güçlüklere rağmen tam bir insani duygu ve vazifeşinaslık içinde görev yapmış bulunan bütün jandarma teşkilatı mensuplarına, onlara yardımcı olan emniyet ve istihbarat teşkilatı mensuplarına ve baştan sona kadar bizlere yardımcı olan kadirşinas, asil vatandaşlarımıza derin minnet ve şükranlarımı sunmayı vazife saymaktayım."
Hikmet, televizyonda!
12 sene kadar önceydi. Ankara'da gezmediğim kitapçı kalmamıştı. Yoktu. Öyle bir kitabın varlığından bile habersiz kitabevi çalışanları suratıma acayip acayip bakıyordu; öyle bir kitabın varlığından habersiz, yazarından haberli olanların bakışı daha da acayipti. Ama yoktu işte. Neden sonra Zafer Çarşısı'nda epey kıyıda kalmış bir kitapçıda arka raflardan bir yerden çıktı. Unutmuyorum, "Valla bu da nereden kalmış bilmiyorum" dedi kitapçı. Kitabın arka kapağında onun el yazısı vardı, dolmuşla eve dönerken uzun uzun baktığımı da hatırlıyorum. Aslında Mahir Çayan'ın 'Toplu Yazıları'nı şimdi arasanız kitapçılarda (hatta artık o zamanlar olmayan internet kitapçılarını da dahil edin işin içine) bulma ihtimaliniz yine çok fazla değil sanki. Ama Mahir Çayan'ların, Deniz Gezmiş'lerin, bir dönemin 'solcu gençleri'nin adları belki de hiç olmadıkları kadar gündemde bir biçimde. Hikmet, televizyonda!
Başladığı günden beri geniş bir izleyici kitlesi yakalayan 'Hatırla Sevgili', bir aşk hikâyesiyle dönem hikâyesini yan yana sürdürmesiyle vakti zamanında 'Çemberimde Gül Oya'nın açtığı yoldan gidiyor aslında. Fakat ele aldığı dönem biraz daha geniş; 60'larda başlayan dizi, yapımcıların söylediğine göre 12 Eylül'de sona erecek. 60'lı yılları Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idamları üzerine kuran dizi, 70'leri de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamı üzerinden anlatıyor büyük ölçüde. Bu çerçevede dönemin sol dalgasının içinde yer alan birçok ismi de yine dizide görmek mümkün.
Tam da bu yüzden işte ucundan kıyısından değindiğimiz gibi diziyle birlikte Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi isimler memleket gündemine tekrar geldi. Daha doğrusu kendi gündemlerini oluşturmaya başladılar. Zira 'gençlerin' vakti zamanında ne yaptıklarından habersiz birçok insan, özellikle yeni kuşak gençler bu isimlerle ilgilenmeye başladılar. İki hafta önceki bölümde Deniz Gezmiş'in idamı vardı. Hemen ertesinde çıkan bir haber aslında meramımızı tam olarak anlatıyor: "Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idama gidişlerini anlatan 'Hatırla Sevgili' dizisinin son bölümü, geçtiğimiz hafta sonu Gezmiş hakkında yazılan kitapların satışlarını patlattı. Bazı kitabevleri bu artışın yüzde 300'e ulaştığını iddia ediyor." Kitabevi görevlileri daha önce haftada 2-3 tane sattıkları Erdal Öz'ün 'Gülünün Solduğu Akşam', Nihat Behram'ın 'Darağacında Üç Fidan', Oral Çalışlar'ın 'Denizler İdama Giderken', Turhan Feyzioğlu'nun 'Bizim Deniz' adlı kitaplarının 20'şer 30'ar tane satılmaya başladığından söz ediyor. Sahiden inanılmaz bir artıştan söz ettiğimiz ortada; diziyi seyredip gözyaşlarını tutamayanlar kitapçılara koşturmuşa benziyor.
Anarşikler başrolde
Mevzu üzerinden 'Hatırla Sevgili' hakkında, nereden baktığımıza bağlı olarak konuşabiliriz: 'Çok şahane bir iş, memleketin ihtiyacı olan şey', 'Olan bitenin bu kadar yüzeysel, bir ölçüde nesnellikten uzak anlatılması doğru değil'. Oysa gerçek tabii ki de bu ikisinin arasında bir yerde belki de.
Bu memleketin, tarihinde yaşanmış bir sürü şeyle arasına mesafe soktuğunu biliyoruz. Bunu ya olan bitenler hakkında neredeyse hiç konuşmayarak ya da konuştuğunda bol miktarda eğip bükerek, çarpıtarak, 'öcüleştirerek' de diyebiliriz, yaptığını da. Düşünün ki, 'Hatırla Sevgili' yakın tarihe ilişkin bu kadar direkt bir anlatımı olan neredeyse ilk dizi. Halbuki, ya nasıl anlatılacağı bilinmediğinden (düşük ihtimal) ya 'Aman o toplara hiç girmeyelim' denildiğinden (orta dereceli ihtimal) ya da basitçe tutmayacağı düşünüldüğü için (yüksek ihtimal) pek örneği yapılmamış bir iş olmasına rağmen dizinin aldığı reytingler, televizyon izleyicisinin böyle bir şey beklediğini gösteriyor. Hal böyleyken yakaladığı iyi izlenme oranıyla epey fazla kişinin hayatında yer alan, ucundan kıyısından da olsa belli bir 'solcu tavrı' olan dizinin yarattığı popülerliği hiç de küçümsememek gerek. Zira birilerinin yıllardır 'anarşik', 'huzur ve güven ortamını bozucu', 'eli kanlı terörist', 'adam kaçıran banka soyguncuları' olarak tanımladığı isimleri merkeze alarak birçok insana meselenin pek de öyle olmadığını gösteriyor sonuçta.
Ama beri yandan işte, meseleyi sanki bu kadar 'basitmiş' gibi göstermesi var: Birtakım 'romantik isyankârların', çokça gençliklerinin verdiği coşku ve heyecanla kalkıştığı işler... Diziden sonra konuyla ilgili kitapları almaya koşanları, daha etraflı bir şeyler öğrenmek isteyenleri nispeten bir kenara ayıralım tabii ama başka bir sürü şeyde olduğu gibi çoğunluğun, algısını salt televizyonda gördükleri noktasında bırakacağını bilmiyor muyuz? Televizyonda gördüklerinin de, Deniz'in Rodrigo'nun gitar konçertosunu çok sevdiği için idama giderken ıslıkla onu çalması, idam sehpasında ettiği ilk cümle ve sonra reklamlar olduğunu! Zaten 'bağımsızlık için mücadele eden, Mustafa Kemal'in izinden giden çocuklar' algısına sahip kaç izleyicinin, kaç Atatürkçü'nün, kendini solcu görenin tahammülü o sözlerin devamını duymaya yeter ki bugün Türkiye'de?: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!"
'Hatırla Sevgili'nin önemli, faydalı ve iyi bir iş gördüğünü teslim etmek lazım kesinlikle. Hiç yoksa, bahsettiğimiz kitap haberi bile yeter sebeptir buna. Ama işte tıpkı Deniz'in, Che'nin kitaplarını basıp, fotoğraflarını kullanarak kendilerine mal ederken bir yandan da 'Kürt Varsa Sorun Var', 'Türk Oğlu Türk Kızı Türklüğünü Koru', 'Kürt Sorunu Yok Kürt İstilası Var' gibi yazılar yayımlamaktan çekinmeyen 'Türk Solu' dergisi çevresinin ve aslında daha geniş bir 'zihniyetin' yaptığı gibi, Deniz'in Mahir'in gerçek bağlamlarından kopuk bir şekilde değerlendirilmesine karşı mücadele etmek gerektiği de açık.
"...saat tahminen 14.00-14.10 arasındaydı... Dışarıdan ani bir ateş başladı. Neye uğradığımızı anlayamadık... Merdivenden baş aşağı kaydığımda başıma ılık bir şeyler aktığını hissettim. Kafamı kaldırdığımda Mahir'in deliğin başında cansız halde yattığını gördüm. 'Mahir, sen de mi gittin!' diye bağırdım." (Anlatan: Ertuğrul Kürkçü; Uğur Mumcu, Çıkmaz Sokak, Tekin Yayınevi)
Yarın 30 Mart. Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının Kızıldere'de -dönemin İçişleri Bakanı'nın deyişiyle- 'tahammülsüz bir insanlık ve sabır göstermek suretiyle' öldürülmesinin üzerinden 36 yıl geçmiş olacak. 26 yaşında öldürüldüğünde memlekete ve dünyaya dair çokça okumuş, doğrusuyla yanlışıyla teorik açılımlar getirmeye çalışmış Mahir, 'Hatırla Sevgili'de öldüğünde Deniz kadar mevzu edilmedi ama kim bilir belki de dizide görüp onu biraz daha tanımaya çalışan birileri yarın kitapçılarda 'Toplu Yazıları'nı, biyografisini arar... Bu bile sahiden bir şeydir...
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°269
Geri: Hatırla Sevgili
Gençler 'Hatırla Sevgili'yi tartışıyor
VOLKAN TEMELLİ
Haftasonu AKEL'in (Akçadağ Elbistan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı) düzenlediği söyleşinin konukları Türkiye'nin yakın tarihindeki önemli olayları anlatan 'Hatırla Sevgili' dizisinin oyuncuları ve senaryo danışmanlarıydı. Yenibosna'da bulunan AKEL binasını tıklım tıklım dolduran gençler, sordukları soruların niteliğiyle söyleşide politik konulara da bolca değinilmesini sağladılar.
POPÜLER KÜLTÜRE KONU OLDU
Söyleşi, gençlerin dizi üzerine bolca eleştirilerine sahne oldu. Diziye yönelik eleştirilerin başında 'dizinin çok fazla reklam alması' ve 'yaşananları popüler kültürün hizmetine sunması' iddiaları geldi. Eleştirileri cevaplayan THKO kurucularından ve dizinin senaristlerinden Mustafa Yalçıner, popüler kültürün 'halk kültürü' anlamına geldiğini; en azından her şeyin piyasalaştığı bir ortamda kendilerinin bunu buraya çekmek istediklerini ifade etti. Dizide Mustafa Yalçıner'i oynayan Levent Akkök ise popüler kültür sayesinde Denizler'in bu kadar konuşulduğunu söyledi. Bir diğer eleştiri ise dizinin sadece öğrenciler üzerinden gitmesi, o dönemde yaşayan işçi, köylü olaylarına yeterince yer vermemesi yönündeydi.
'NİÇİN KÜRTLER VE MARKSİZM YOK'
Senaryo danışmanı Mustafa Yalçıner, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam sahneleri konusunda "Bu sahnelere hep beraber karar verildi, idama gittikleri zaman eyleme mi yoksa darağa-cına mı gittikleri belli değildi. Biz de dizide bunu yansıtmaya çalıştık" diye konuştu.Yalçıner, dizinin ilgi görmesini bu hikayenin tüm Türkiye'nin hikayesi olmasına bağlarken dizinin bir diğer danışmanı ve THKO kurucularından olan Tayfur Cinemre dizinin başarısının nedeninin Al Gore'un 'Uygunsuz Gerçek' filminde olduğu gibi birtakım gizli gerçekleri açığa çıkarması olduğunu vurguladı.
Deniz Gezmiş'in idam sehpahasmda söylediği "Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği" ve "Yaşasın Marksizm-Leninizm" sözlerine niçin dizide yer verilmediği konusuna da açıklık getirildi: "Türkiye'de her yerde sansür olduğunu biliyoruz. Dizinin yayınlandığı kanalın kimin elinde olduğunu da biliyoruz. Bu sistem içinde sansür hep var."
Söyleşide, TKP/ML-TİKKO kurucusu ve 24 Ocak 1973 günü katledilen İbrahim Kaypakkaya'nın mücadelesinin 'Hatırla Sevgili' dizisinin içerisinde ileriki bölümlerde yer alıp almayacağı konusuna da değinildi. Dizide, 1972 yılından 1977'ye geçileceğini bu yüzden Kaypakkaya'nın canlandırılamayacağı belirtilirken dizinin 59. bölümünün 1 Mayıs 1977 katliamıyla başlayacağı kaydedildi.
TEK ÇARE SENDİKA
'Defne' rolüyle dizide yer alan Belcim Erdoğan sinemada telif hakları vb. konularda yaşanan sıkıntıları örgütsüz bir toplum olmamıza bağladı.Erdoğan'a katılan 'Salim' rolündeki Oktay Gürsoy'da tek çarenin oyuncuların birleşerek bir sendika kurması olduğunu söyledi. Oyuncuların pek çok sorunu olduğunu kaydeden Gürsoy 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' mantığıyla bir yere varılamayacağını belirtti. Dizide solcu bir kızı oynayan Güzide'yi canlandıran Feride Çetin'in şu sözleri oldukça anlamlıydı:
"Diziden önce hiçbir politik görüşü dahi olmayan gençlerin Deniz Gezmiş'i izleyerek bu mücadeleye dahil olduklarını görüyorum. Bu iyi bir şey. Yalnız bir zamanda herkes Kurtlar Vadisi dizisindeki 'Çakır' olmaya özemişti. Sonuçta bir sürü liseli genç şiddet kurbanı oldu.Şimdi de 'Hatırla Sevgili' popüler. Umarız bu da gençliğin bir diğer gelip geçici heveslerinden değildir ve bu dizi bir şeylerin başlangıcı olur, bir yere gider"
GENÇLERİN DİZİ HAKKINDA GÖRÜŞLERİ
Dizi hakkında görüşlerini aldığımız gençlerden on sekiz yaşındaki Yeter Kara, dizinin devrimci hareketleri popülerleştirmesi kötü olsa bile, en azından bilgilenmeyi sağladığını söyledi. Kara'ya göre kitaplar bu dönemi daha iyi anlatıyor. Görselliğin insanı etkilediğine dikkat çeken Kara, bu tür dönem olayları hakkında bilgi sahibi olmadan önce kitabını okuyup sonra dizi, film vb. izlemekten yana olduğunu ifade etti. Oğulcan Emre Şahin'e göreyse dizide sansür uygulanıyor ve dizi bazı şeyleri daha açık anlatmalı. Yirmi üç yaşındaki Hanım Has devrimci hareketlerin Türkiye'nin gündemine oturmasından memnun olduğunu belirterek, "diziyi kendi olanakları doğrultusunda gayet başarılı buluyorum" dedi. Has, dizinin yaşananların hatırlanmasını sağladığını belirtti ama ona göre de kitaplar bu dönemi anlatmakta daha başarılı.
Kaynak: Birgün
VOLKAN TEMELLİ
Haftasonu AKEL'in (Akçadağ Elbistan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı) düzenlediği söyleşinin konukları Türkiye'nin yakın tarihindeki önemli olayları anlatan 'Hatırla Sevgili' dizisinin oyuncuları ve senaryo danışmanlarıydı. Yenibosna'da bulunan AKEL binasını tıklım tıklım dolduran gençler, sordukları soruların niteliğiyle söyleşide politik konulara da bolca değinilmesini sağladılar.
POPÜLER KÜLTÜRE KONU OLDU
Söyleşi, gençlerin dizi üzerine bolca eleştirilerine sahne oldu. Diziye yönelik eleştirilerin başında 'dizinin çok fazla reklam alması' ve 'yaşananları popüler kültürün hizmetine sunması' iddiaları geldi. Eleştirileri cevaplayan THKO kurucularından ve dizinin senaristlerinden Mustafa Yalçıner, popüler kültürün 'halk kültürü' anlamına geldiğini; en azından her şeyin piyasalaştığı bir ortamda kendilerinin bunu buraya çekmek istediklerini ifade etti. Dizide Mustafa Yalçıner'i oynayan Levent Akkök ise popüler kültür sayesinde Denizler'in bu kadar konuşulduğunu söyledi. Bir diğer eleştiri ise dizinin sadece öğrenciler üzerinden gitmesi, o dönemde yaşayan işçi, köylü olaylarına yeterince yer vermemesi yönündeydi.
'NİÇİN KÜRTLER VE MARKSİZM YOK'
Senaryo danışmanı Mustafa Yalçıner, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam sahneleri konusunda "Bu sahnelere hep beraber karar verildi, idama gittikleri zaman eyleme mi yoksa darağa-cına mı gittikleri belli değildi. Biz de dizide bunu yansıtmaya çalıştık" diye konuştu.Yalçıner, dizinin ilgi görmesini bu hikayenin tüm Türkiye'nin hikayesi olmasına bağlarken dizinin bir diğer danışmanı ve THKO kurucularından olan Tayfur Cinemre dizinin başarısının nedeninin Al Gore'un 'Uygunsuz Gerçek' filminde olduğu gibi birtakım gizli gerçekleri açığa çıkarması olduğunu vurguladı.
Deniz Gezmiş'in idam sehpahasmda söylediği "Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği" ve "Yaşasın Marksizm-Leninizm" sözlerine niçin dizide yer verilmediği konusuna da açıklık getirildi: "Türkiye'de her yerde sansür olduğunu biliyoruz. Dizinin yayınlandığı kanalın kimin elinde olduğunu da biliyoruz. Bu sistem içinde sansür hep var."
Söyleşide, TKP/ML-TİKKO kurucusu ve 24 Ocak 1973 günü katledilen İbrahim Kaypakkaya'nın mücadelesinin 'Hatırla Sevgili' dizisinin içerisinde ileriki bölümlerde yer alıp almayacağı konusuna da değinildi. Dizide, 1972 yılından 1977'ye geçileceğini bu yüzden Kaypakkaya'nın canlandırılamayacağı belirtilirken dizinin 59. bölümünün 1 Mayıs 1977 katliamıyla başlayacağı kaydedildi.
TEK ÇARE SENDİKA
'Defne' rolüyle dizide yer alan Belcim Erdoğan sinemada telif hakları vb. konularda yaşanan sıkıntıları örgütsüz bir toplum olmamıza bağladı.Erdoğan'a katılan 'Salim' rolündeki Oktay Gürsoy'da tek çarenin oyuncuların birleşerek bir sendika kurması olduğunu söyledi. Oyuncuların pek çok sorunu olduğunu kaydeden Gürsoy 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' mantığıyla bir yere varılamayacağını belirtti. Dizide solcu bir kızı oynayan Güzide'yi canlandıran Feride Çetin'in şu sözleri oldukça anlamlıydı:
"Diziden önce hiçbir politik görüşü dahi olmayan gençlerin Deniz Gezmiş'i izleyerek bu mücadeleye dahil olduklarını görüyorum. Bu iyi bir şey. Yalnız bir zamanda herkes Kurtlar Vadisi dizisindeki 'Çakır' olmaya özemişti. Sonuçta bir sürü liseli genç şiddet kurbanı oldu.Şimdi de 'Hatırla Sevgili' popüler. Umarız bu da gençliğin bir diğer gelip geçici heveslerinden değildir ve bu dizi bir şeylerin başlangıcı olur, bir yere gider"
GENÇLERİN DİZİ HAKKINDA GÖRÜŞLERİ
Dizi hakkında görüşlerini aldığımız gençlerden on sekiz yaşındaki Yeter Kara, dizinin devrimci hareketleri popülerleştirmesi kötü olsa bile, en azından bilgilenmeyi sağladığını söyledi. Kara'ya göre kitaplar bu dönemi daha iyi anlatıyor. Görselliğin insanı etkilediğine dikkat çeken Kara, bu tür dönem olayları hakkında bilgi sahibi olmadan önce kitabını okuyup sonra dizi, film vb. izlemekten yana olduğunu ifade etti. Oğulcan Emre Şahin'e göreyse dizide sansür uygulanıyor ve dizi bazı şeyleri daha açık anlatmalı. Yirmi üç yaşındaki Hanım Has devrimci hareketlerin Türkiye'nin gündemine oturmasından memnun olduğunu belirterek, "diziyi kendi olanakları doğrultusunda gayet başarılı buluyorum" dedi. Has, dizinin yaşananların hatırlanmasını sağladığını belirtti ama ona göre de kitaplar bu dönemi anlatmakta daha başarılı.
Kaynak: Birgün
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°270
Geri: Hatırla Sevgili
Kızıldere'den 36 yıl sonra Ertuğrul Kürkçü anlatıyor...
EMİNE ÖZCAN
12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Sa-ruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yaralı yakalandı. Ertuğrul Kürkçü'yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştuk, ona bugünden bakınca Kızıldere'yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sorduk.
»Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim 'önemli, sorunlu, yasak günler' takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz.
»68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye'deki durum ile örneğin Kore'deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore'nin bugününe bakarak, Kore'nin 60'lar 70'lerde-ki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizas-yonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum.
Öte yandan şaka değil, Türkiye'de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamah. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
»O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?
Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.
Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
İkinci mesele siyasi İslam'ın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
Aynı şekilde Kürt ulusal kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında 'imiş' gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.(...)
İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor.
»Sizi Kızıldere'ye götüren güç neydi?
Engels'in lafını hatırlamak önemli:"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
Kızıldere'ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yan-lış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has'ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayımladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere'ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine olanak vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kollan bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı. Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkeme-si'nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.
Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa'da Ankara'dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa'dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
»Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?
Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz n devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu.
Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye'nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) -Kızıldere'de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye'nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu. Biri İşçi Partisi içindeki 'devrimci TİP muhalefeti'ne, ikincisi Devrimci Gençlik'e (Dev Genç) dayanıyordu.
Silahlı kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12 Mart'ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğin büzüşmesine yol açtı.
Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler 'öncü' darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere'de arkadaşlarımızın yok edilmesi arkasından Denizler'in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C'nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygın bir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş, Türkiye'ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru yanıtları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya'daki Kızıl Tugaylar'ınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü bir hareket olmamız.
O nedenle 1971-72'deki çıkışın Türkiye sosyalist hareketinde -THKP-C'nin yanma THKO ve TİKKO'yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin dışına çıkışın olanaklarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını düşünüyorum.
»Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışarıdan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yahtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.
Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir 'komünizm projesi' var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak. Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır..." saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor. Bianet
EMİNE ÖZCAN
12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Sa-ruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yaralı yakalandı. Ertuğrul Kürkçü'yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştuk, ona bugünden bakınca Kızıldere'yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sorduk.
»Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim 'önemli, sorunlu, yasak günler' takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz.
»68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye'deki durum ile örneğin Kore'deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore'nin bugününe bakarak, Kore'nin 60'lar 70'lerde-ki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizas-yonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum.
Öte yandan şaka değil, Türkiye'de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamah. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
»O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?
Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.
Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
İkinci mesele siyasi İslam'ın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
Aynı şekilde Kürt ulusal kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında 'imiş' gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.(...)
İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor.
»Sizi Kızıldere'ye götüren güç neydi?
Engels'in lafını hatırlamak önemli:"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
Kızıldere'ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yan-lış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has'ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayımladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere'ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine olanak vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kollan bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı. Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkeme-si'nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.
Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa'da Ankara'dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa'dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
»Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?
Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz n devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu.
Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye'nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) -Kızıldere'de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye'nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu. Biri İşçi Partisi içindeki 'devrimci TİP muhalefeti'ne, ikincisi Devrimci Gençlik'e (Dev Genç) dayanıyordu.
Silahlı kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12 Mart'ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğin büzüşmesine yol açtı.
Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler 'öncü' darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere'de arkadaşlarımızın yok edilmesi arkasından Denizler'in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C'nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygın bir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş, Türkiye'ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru yanıtları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya'daki Kızıl Tugaylar'ınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü bir hareket olmamız.
O nedenle 1971-72'deki çıkışın Türkiye sosyalist hareketinde -THKP-C'nin yanma THKO ve TİKKO'yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin dışına çıkışın olanaklarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını düşünüyorum.
»Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışarıdan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yahtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.
Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir 'komünizm projesi' var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak. Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır..." saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor. Bianet
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°271
Geri: Hatırla Sevgili
devami...
* * *
Necmi Demir'den büyük firarın öyküsü
THKP-C davasının önde gelen adlarından Necmi Demir, Türkiye sosyalist tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Mahirler'in Maltepe Cezaevi'nden firarlarının nasıl düzenlendiğini anlatıyor
Maltepe cezaevinde iki koldan kaçış hazırlıklarını sürdürüyorduk, bir yandan tünel kazılıyor, bir yandan da asker veya subay kıyafetiyle bir veya iki kişinin kaçırılması için ilişkiler ağı oluşturulmaya çalışılıyordu. Öncelikle Mahir'i düşünüyorduk, sonra da Ulaş'ı. Ama Mahir hâlâ Selimiye'deki tecrit hücresindeydi. Mahir'in Maltepe'ye getirilmesi için birçok girişimde bulunduk, dilekçe yazma, sözlü başvuru, yer yer belli direnişler; bunların hiçbiri bir sonuç vermemişti. En son ortak savunma yapma gerekçesiyle başvuruda bulunmuştuk; nihayet bu sonuç verdi ve Mahir'i Maltepe cezaevine getirdiler. Önce adli tutukluların bulunduğu alt kattaki koğuşa koydular, sonra ortak savunma gerekçesiyle Ulaş, Ziya ve benim kaldığım küçük koğuşa aldılar. Yaptığımız değerlendirmeler sonucunda en uygun yolun tünelden kaçış olduğunu kararlaştırdık ve yine ortak savunma gerekçesiyle tünelin olduğu büyük koğuşa geçtik. THKÖ'luların başlattığı, bizim arkadaşların desteğiyle bitmek üzere olan tünelden kaçılmaya çalışılacaktı.
Mahir, kaçışın gerçekleşebileceğine pek inanmıyordu. Aylar boyunca, hem de ağır yaralıyken, Selimiye'de çok sıkı korunan hücrelerde tutulmuştu. Güçlükle gelebildiği Maltepe cezaevinde, kendi gelişiyle birlikte çok sıkı tedbirlerin alındığını biliyordu. Ama her halükârda bir kaçış teşebbüsünde bulunmaktan yanaydı. Ucunda ölüm olsa bile. Bu dönemde cezaevindeki tanıdığı, tanımadığı hemen herkesle bol bol sohbet etti; adeta vedalaşır gibi...
Biz, Ulaş, Ziya ve İrfan Uçar'la eğer kaçış gerçekleşirse kaçanların yurtdışına çıkması gerektiğini birçok kez konuşmuştuk. Hatta ben "bu dönemde yapılacak en iyi eylem yakalanmamaktır" diye birkaç kez vurgulamıştım. Yanılmıyorsam bunu Mahir'e iki defa açtık ve onay aldığımızı düşündük. Hatta yakalanmadan üç-dört gün önce yapılan toplantıda "burjuvazinin gücünü küçümsedik, ricat taktiği izlemeliyiz" şeklindeki analizini hatırlattık. Kaçacak olanların Mahir, Ulaş ve Ziya olacağının anlaşılmasından sonra İrfan ve ben bu konuda Ulaş ve Ziya'ya sıkı tembihte bulunduk. Ancak kaçıştan sonra örgüt içindeki bölünme ve bunun yarattığı gerilim bu konuyu tamamen gündem dışına çıkaracaktı. Hep düşünmüşümdür, eğer kaçanlar arasında ben olsaydım bunun gerçekleşmesini sağlayabilir miydim diye!
'HÂLÂ ONLARI GÖREBİLİRİM UMUDUYLA...'
Kaçış hazırlıkları Mahir Selimiye'de olduğu için onsuz sürüyordu. Dışarıyla ilişkileri ben sürdürüyordum, evler hazırlanması ve arkadaşların yapacakları hazırlıklar ve bu gibi. Dışarıda olanakların sınırlı olması nedeniyle çok kişinin kaçamayacağı anlaşılmıştı. Sonuç olarak bizden üç, THKO'dan iki kişi şeklinde kararlaştırıldı. Kaçış, akşam karanlığının bastığı i7:4o'la cezaevi etrafına nöbetçilerin ve ışıkları yanan araçların geldiği 18 arasında 20 dakikada gerçekleşecekti. Bu boşluğu bizim cezaevinin yanındaki barakada kalan kadın arkadaşlar bulmuştu. Tünele en son giren ve cezaevi dışındaki tünel çıkışına bir kapak kapatan arkadaş (Necati Sağır) geri geldiğinde biraz rahatladık. İlk merhale aşılmıştı. Sonra endişeli bekleyiş başladı. Maltepe Zırhlı Tugayı'nın krokisini cezaevinde görevli bir subay arkadaş getirmişti. Bu krokiden anlaşıldığı kadarıyla, tugayın dışına çıkabilmeleri için bir 15-20 dakikaya ihtiyaçları vardı. Tünelde ıslanan elbiselerini değiştirme süresi de eklenirse yarım saat. Endişeyle beklediğimiz bu yarım saatte bir grup arkadaş şarkı türkü söyleyerek dikkatleri cezaevinin içine çekmeye çalışıyordu. Bu sürede hiçbir silah sesi duyulmaması bizi rahatlattı. İki saat hiçbir tepki gelmemesi kaçışın kesin başarılı olduğunu gösteriyordu. Ertesi sabah gidecekleri yerlere yerleşmelerine zaman kazandırmak için cezaevinde direniş başlattık. Öyle ya, onları dışarıda görenler bile onlar olduğuna inanamazdı! Çok sonra kalacak yer ararlarken Kabataş'taki Sebil çay bahçesinde oturduklarını öğrendim. Hâlâ oradan geçerken, onları görebilir miyim umuduyla gözüm çay bahçesine takılır.
Benim kaçanlar arasında olmamamda Mahir etkili oldu. İlkay'ın (Alptekin) ayrı bir yerde olması, kaçanlar arasında olamayacağı gerekçesiyle benim de kaçmamam gerektiğini düşünmüştü. Doğrusu kaçmak benim de çok düşündüğüm bir şey değildi. Ama kaçıştan sonraki 15-20 gün hayatımın en karanlık dönemidir. Kaçıştan hemen sonra bizi Harbiye hücrelerine aldılar. Dışarıda gidebilecekleri her yeri bilen tek kişi bendim. Bunun sorumluluğu kâbuslar görmeme yol açıyordu. Günler boyu her an işkenceye götürüleceğim endişesiyle yaşadım. Yakalandığımda ağır bir işkence görmüştüm ve işkence sonrasındaki kaldığımız hücreler civarındaki her gürültü beynimde ve ayaklarımda korkunç bir zonklamaya yol açıyordu. Demir kapıların ani bir açılışı müthiş bir zonklama yaratıyordu. Neyse ki 15-20 gün sonra rahatlamıştım.
ZİYA YILMAZ ANLATIYOR:
Yürüyerek anayola çıktık
Tüneli terk ettikten sonra cezevinin sınırları dışına çıkmıştık ama askeri bölgenin içinde kalmıştık. Ancak askeri bölge sıkı korunan bir yer olmadığı için yürüyerek anayola kadar çıktık. Gülüşüp şakalaşıyomz. Mahir, "Gelen ilk araca binelim" dedi. Öyle yaptık. Ama araç Kartal yönüne gidiyormuş. Cezaevinin bulunduğu Zırhlı Tugay'ın kapısının önünden geçtikten sonra Kartal sapağında arabadan indik. Bu sefer aksi yönden gelen bir başka dolmuşa bindik. Aynı kapının önünden bir kez daha geçtik. Çıktığımızda birilerinin bizi karşılaması gerekiyordu, fakat her nasılsa buluşamamıştık... Kadıköy'e geldik, sonra dolmuşla Üsküdar'a oradan da motorla Beşiktaş'a geçtik...
Kaynak: Birgün
* * *
Necmi Demir'den büyük firarın öyküsü
THKP-C davasının önde gelen adlarından Necmi Demir, Türkiye sosyalist tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Mahirler'in Maltepe Cezaevi'nden firarlarının nasıl düzenlendiğini anlatıyor
Maltepe cezaevinde iki koldan kaçış hazırlıklarını sürdürüyorduk, bir yandan tünel kazılıyor, bir yandan da asker veya subay kıyafetiyle bir veya iki kişinin kaçırılması için ilişkiler ağı oluşturulmaya çalışılıyordu. Öncelikle Mahir'i düşünüyorduk, sonra da Ulaş'ı. Ama Mahir hâlâ Selimiye'deki tecrit hücresindeydi. Mahir'in Maltepe'ye getirilmesi için birçok girişimde bulunduk, dilekçe yazma, sözlü başvuru, yer yer belli direnişler; bunların hiçbiri bir sonuç vermemişti. En son ortak savunma yapma gerekçesiyle başvuruda bulunmuştuk; nihayet bu sonuç verdi ve Mahir'i Maltepe cezaevine getirdiler. Önce adli tutukluların bulunduğu alt kattaki koğuşa koydular, sonra ortak savunma gerekçesiyle Ulaş, Ziya ve benim kaldığım küçük koğuşa aldılar. Yaptığımız değerlendirmeler sonucunda en uygun yolun tünelden kaçış olduğunu kararlaştırdık ve yine ortak savunma gerekçesiyle tünelin olduğu büyük koğuşa geçtik. THKÖ'luların başlattığı, bizim arkadaşların desteğiyle bitmek üzere olan tünelden kaçılmaya çalışılacaktı.
Mahir, kaçışın gerçekleşebileceğine pek inanmıyordu. Aylar boyunca, hem de ağır yaralıyken, Selimiye'de çok sıkı korunan hücrelerde tutulmuştu. Güçlükle gelebildiği Maltepe cezaevinde, kendi gelişiyle birlikte çok sıkı tedbirlerin alındığını biliyordu. Ama her halükârda bir kaçış teşebbüsünde bulunmaktan yanaydı. Ucunda ölüm olsa bile. Bu dönemde cezaevindeki tanıdığı, tanımadığı hemen herkesle bol bol sohbet etti; adeta vedalaşır gibi...
Biz, Ulaş, Ziya ve İrfan Uçar'la eğer kaçış gerçekleşirse kaçanların yurtdışına çıkması gerektiğini birçok kez konuşmuştuk. Hatta ben "bu dönemde yapılacak en iyi eylem yakalanmamaktır" diye birkaç kez vurgulamıştım. Yanılmıyorsam bunu Mahir'e iki defa açtık ve onay aldığımızı düşündük. Hatta yakalanmadan üç-dört gün önce yapılan toplantıda "burjuvazinin gücünü küçümsedik, ricat taktiği izlemeliyiz" şeklindeki analizini hatırlattık. Kaçacak olanların Mahir, Ulaş ve Ziya olacağının anlaşılmasından sonra İrfan ve ben bu konuda Ulaş ve Ziya'ya sıkı tembihte bulunduk. Ancak kaçıştan sonra örgüt içindeki bölünme ve bunun yarattığı gerilim bu konuyu tamamen gündem dışına çıkaracaktı. Hep düşünmüşümdür, eğer kaçanlar arasında ben olsaydım bunun gerçekleşmesini sağlayabilir miydim diye!
'HÂLÂ ONLARI GÖREBİLİRİM UMUDUYLA...'
Kaçış hazırlıkları Mahir Selimiye'de olduğu için onsuz sürüyordu. Dışarıyla ilişkileri ben sürdürüyordum, evler hazırlanması ve arkadaşların yapacakları hazırlıklar ve bu gibi. Dışarıda olanakların sınırlı olması nedeniyle çok kişinin kaçamayacağı anlaşılmıştı. Sonuç olarak bizden üç, THKO'dan iki kişi şeklinde kararlaştırıldı. Kaçış, akşam karanlığının bastığı i7:4o'la cezaevi etrafına nöbetçilerin ve ışıkları yanan araçların geldiği 18 arasında 20 dakikada gerçekleşecekti. Bu boşluğu bizim cezaevinin yanındaki barakada kalan kadın arkadaşlar bulmuştu. Tünele en son giren ve cezaevi dışındaki tünel çıkışına bir kapak kapatan arkadaş (Necati Sağır) geri geldiğinde biraz rahatladık. İlk merhale aşılmıştı. Sonra endişeli bekleyiş başladı. Maltepe Zırhlı Tugayı'nın krokisini cezaevinde görevli bir subay arkadaş getirmişti. Bu krokiden anlaşıldığı kadarıyla, tugayın dışına çıkabilmeleri için bir 15-20 dakikaya ihtiyaçları vardı. Tünelde ıslanan elbiselerini değiştirme süresi de eklenirse yarım saat. Endişeyle beklediğimiz bu yarım saatte bir grup arkadaş şarkı türkü söyleyerek dikkatleri cezaevinin içine çekmeye çalışıyordu. Bu sürede hiçbir silah sesi duyulmaması bizi rahatlattı. İki saat hiçbir tepki gelmemesi kaçışın kesin başarılı olduğunu gösteriyordu. Ertesi sabah gidecekleri yerlere yerleşmelerine zaman kazandırmak için cezaevinde direniş başlattık. Öyle ya, onları dışarıda görenler bile onlar olduğuna inanamazdı! Çok sonra kalacak yer ararlarken Kabataş'taki Sebil çay bahçesinde oturduklarını öğrendim. Hâlâ oradan geçerken, onları görebilir miyim umuduyla gözüm çay bahçesine takılır.
Benim kaçanlar arasında olmamamda Mahir etkili oldu. İlkay'ın (Alptekin) ayrı bir yerde olması, kaçanlar arasında olamayacağı gerekçesiyle benim de kaçmamam gerektiğini düşünmüştü. Doğrusu kaçmak benim de çok düşündüğüm bir şey değildi. Ama kaçıştan sonraki 15-20 gün hayatımın en karanlık dönemidir. Kaçıştan hemen sonra bizi Harbiye hücrelerine aldılar. Dışarıda gidebilecekleri her yeri bilen tek kişi bendim. Bunun sorumluluğu kâbuslar görmeme yol açıyordu. Günler boyu her an işkenceye götürüleceğim endişesiyle yaşadım. Yakalandığımda ağır bir işkence görmüştüm ve işkence sonrasındaki kaldığımız hücreler civarındaki her gürültü beynimde ve ayaklarımda korkunç bir zonklamaya yol açıyordu. Demir kapıların ani bir açılışı müthiş bir zonklama yaratıyordu. Neyse ki 15-20 gün sonra rahatlamıştım.
ZİYA YILMAZ ANLATIYOR:
Yürüyerek anayola çıktık
Tüneli terk ettikten sonra cezevinin sınırları dışına çıkmıştık ama askeri bölgenin içinde kalmıştık. Ancak askeri bölge sıkı korunan bir yer olmadığı için yürüyerek anayola kadar çıktık. Gülüşüp şakalaşıyomz. Mahir, "Gelen ilk araca binelim" dedi. Öyle yaptık. Ama araç Kartal yönüne gidiyormuş. Cezaevinin bulunduğu Zırhlı Tugay'ın kapısının önünden geçtikten sonra Kartal sapağında arabadan indik. Bu sefer aksi yönden gelen bir başka dolmuşa bindik. Aynı kapının önünden bir kez daha geçtik. Çıktığımızda birilerinin bizi karşılaması gerekiyordu, fakat her nasılsa buluşamamıştık... Kadıköy'e geldik, sonra dolmuşla Üsküdar'a oradan da motorla Beşiktaş'a geçtik...
Kaynak: Birgün
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°272
Geri: Hatırla Sevgili
Deniz Gezmiş rolü için diyet yaptı
Atv'de yayınlanan Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş'i canlandıran Barış Koçak, ona benzeyebilmek için diyet yaptığını söyledi.
Barış Koçak, Hatırla Sevgili dizisinde arkadaşları ile birlikte idam edilen Deniz Gezmiş'i canlandırarak Türkiye'nin yüreğini bir kez daha sızlatmıştı.
atv'de Kadir Çöpdemir'in sunduğu 'Maksat Muhabbet' programına konuk olan oyuncu Barış Koçak, Deniz Gezmiş'i canlandırmanın herkese nasip olmayacağını söyledi.
Koçak, "Çok zor bir iş Deniz Gezmiş'i oynamak. Kimseye nasip olmayacak bir iş. Deniz Gezmiş, Türkiye'ye damgasını vurmuş bir insan. Kim oynamak istemez? Tabii ilk başlarda bir çekincem vardı, altından kalkamam diye düşünüyordum. Deniz Gezmiş'i okuyunca 'ben başarırım' dedim. Sadece biraz duygumu katmam gerekiyordu. Duygumu fazla katmışım galiba, herkes bayağı etkilenmiş" diye konuştu.
Barış Koçak, Deniz Gezmiş'e benzeyebilmek için diyet yaptığından bahsetti ve"Çok kısa bir zamanım vardı. Hem diyet hem araştırma olayı 2 hafta gibi bir sürede altından kalkmaya çalıştım. Diyet yaptım ayrıca. Ben biraz kiloluydum o nedenle" dedi.
Kaynak:Televizyongazetesi
Atv'de yayınlanan Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş'i canlandıran Barış Koçak, ona benzeyebilmek için diyet yaptığını söyledi.
Barış Koçak, Hatırla Sevgili dizisinde arkadaşları ile birlikte idam edilen Deniz Gezmiş'i canlandırarak Türkiye'nin yüreğini bir kez daha sızlatmıştı.
atv'de Kadir Çöpdemir'in sunduğu 'Maksat Muhabbet' programına konuk olan oyuncu Barış Koçak, Deniz Gezmiş'i canlandırmanın herkese nasip olmayacağını söyledi.
Koçak, "Çok zor bir iş Deniz Gezmiş'i oynamak. Kimseye nasip olmayacak bir iş. Deniz Gezmiş, Türkiye'ye damgasını vurmuş bir insan. Kim oynamak istemez? Tabii ilk başlarda bir çekincem vardı, altından kalkamam diye düşünüyordum. Deniz Gezmiş'i okuyunca 'ben başarırım' dedim. Sadece biraz duygumu katmam gerekiyordu. Duygumu fazla katmışım galiba, herkes bayağı etkilenmiş" diye konuştu.
Barış Koçak, Deniz Gezmiş'e benzeyebilmek için diyet yaptığından bahsetti ve"Çok kısa bir zamanım vardı. Hem diyet hem araştırma olayı 2 hafta gibi bir sürede altından kalkmaya çalıştım. Diyet yaptım ayrıca. Ben biraz kiloluydum o nedenle" dedi.
Kaynak:Televizyongazetesi
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°273
Geri: Hatırla Sevgili
Aksam Gazetesi, Serdar Turgut'un kose yazisi
Türkiye'nin masumiyet günleri
Geçtiğimiz pazar her zaman yaptığımız gibi belli başlı gazetelerin eklerini sonradan keyif okuması yapmak için bir kenara ayırdık. Daha sonra hepsine birden göz atarken farkına vardık ki; tümünde 12 Mart dönemiyle ilgili haberler doluydu.
Kendi tarihimiz nedeniyle doğal olarak ilgimizi çeken konunun neden popüler olduğunu anlamak da çok zor değildi tabii ki. Hem ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin payı vardı bunda hem de Kızıldere olayının yıldönümünün pazara rastlamasından kaynaklanıyordu mesele.
Bu teknik bağlantıdan başka bir şeyler de oluyordu ve bizce bu Türkiye’nin bugünkü halini göstermesi açısından çok daha önemliydi.
Bilmem farkında mısınız ama sözü edilen dönem Türkiye’nin en çalkantılı, en acılı dönemlerinden bir tanesi olmasına rağmen birçok insan bugün o döneme bir özlemle, bir nostaljik bakışla yaklaşıyor.
Bunun nedenini çözebilirsek bugünleri de daha iyi anlamak imkanına kavuşacağız.
Evet; o dönemde her şey, içinden geçenler için felaketti, berbattı ve acılarla doluydu ama en azından netlik vardı. Saflar netti, kimin ne olduğu belliydi. Mücadelelere net hedefler konulmuştu.
Doğru veya yanlış ama hemen herkes nerede durduğunu ve neyi ne için yaptığını biliyordu. Eline silahı alıp ideali için savaşmaya başlayan gencin de kafası netti karşısına dikilenin de...
İşte bu nedenle biz o koşullara rağmen o günleri “Türkiye’nin masumiyet günleri” olarak görüyoruz. Türkiye asıl masumiyetini bugünlerde kaybediyor. Asıl amacının ne olduğu bir türlü net anlaşılamayan, bir türlü inanılamayan bir iktidar, ona karşı memleketi kurtarmaya soyunmuş, ne dediği belli olmayan insanlar ve onların arasında kalmış masum insanlarla ülke tam bir kaos içinde ve orta yaşlı kuşağımız, genç olarak yaşadıkları eski mücadele günlerini doğal olarak özlüyor.
‘Hatırla Sevgili’ bu yüzden can damardan vurdu insanları. İşte bu nedenle eski acılı fotoğraflara bile bakarken duygulanabiliyorum.
Tarafımızın olmadığı, olamayacağı bir Türkiye’de yaşamak zorunda kaldığımızdan omuzlarımızdaki yük bugünlerde hayli ağır, belki de eski ‘güzel’ günlere kaçıyoruz fırsat bulunca.
O günleri hatırlayınca, bu ülkenin silahlı kuvvetlerine küskünlük yıllarımızı hatırladık. ‘Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış’ diyeceksiniz belki de ama olsun deyin, biz de söyleyelim söyleyeceğimizi.
Hatıraları okurken o günlere ait özel hatıralarımız da geldi ister istemez akla. O günlerde idealleri uğruna savaştıklarına inanan gençlere resmi makamlarca yapılan işkence ve zulüm korkunçtu. O günlerden sağ salim çıkanlar oldu ama çıkamayanlar da vardı. Ölenler, sakat kalanlar ve aklını kaçıranlar oldu.
Ülkesi için hareket etmeye hazır, dinamik bir nesil, bugünün orta yaşlıları işte o günlerde öyle harcandılar. Şimdi bizlerden ordunun kurtarıcı olabileceğine ve o ideolojinin takipçisi olan insanların kurdukları örgütlenmeleri ciddiye almamızı bekliyorlar.
Onlar kurtarıcı filan olabilir mi, onlar namına harekete geçenlerin düzgün bir iş yapmaları mümkün mü, bizim onları ciddiye almamız ve sempati duyabilmemiz mümkün mü?
Emin olun onları en iyi tanıyan insanlar bizleriz. 12 Eylül döneminde en azından mücadele etme gücümüz vardı şimdi o da yok artık. Çünkü kimin ne olduğu belli değil. AKP’lisinin de, ‘ulusalcısı’nın da ne olduğu, ne istediği belli değil.
Kime karşı neyin mücadelesini vereceksiniz, alın birisini vurun ötekine...
Durumun bizce özeti bundan ibarettir.
Türkiye'nin masumiyet günleri
Geçtiğimiz pazar her zaman yaptığımız gibi belli başlı gazetelerin eklerini sonradan keyif okuması yapmak için bir kenara ayırdık. Daha sonra hepsine birden göz atarken farkına vardık ki; tümünde 12 Mart dönemiyle ilgili haberler doluydu.
Kendi tarihimiz nedeniyle doğal olarak ilgimizi çeken konunun neden popüler olduğunu anlamak da çok zor değildi tabii ki. Hem ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin payı vardı bunda hem de Kızıldere olayının yıldönümünün pazara rastlamasından kaynaklanıyordu mesele.
Bu teknik bağlantıdan başka bir şeyler de oluyordu ve bizce bu Türkiye’nin bugünkü halini göstermesi açısından çok daha önemliydi.
Bilmem farkında mısınız ama sözü edilen dönem Türkiye’nin en çalkantılı, en acılı dönemlerinden bir tanesi olmasına rağmen birçok insan bugün o döneme bir özlemle, bir nostaljik bakışla yaklaşıyor.
Bunun nedenini çözebilirsek bugünleri de daha iyi anlamak imkanına kavuşacağız.
Evet; o dönemde her şey, içinden geçenler için felaketti, berbattı ve acılarla doluydu ama en azından netlik vardı. Saflar netti, kimin ne olduğu belliydi. Mücadelelere net hedefler konulmuştu.
Doğru veya yanlış ama hemen herkes nerede durduğunu ve neyi ne için yaptığını biliyordu. Eline silahı alıp ideali için savaşmaya başlayan gencin de kafası netti karşısına dikilenin de...
İşte bu nedenle biz o koşullara rağmen o günleri “Türkiye’nin masumiyet günleri” olarak görüyoruz. Türkiye asıl masumiyetini bugünlerde kaybediyor. Asıl amacının ne olduğu bir türlü net anlaşılamayan, bir türlü inanılamayan bir iktidar, ona karşı memleketi kurtarmaya soyunmuş, ne dediği belli olmayan insanlar ve onların arasında kalmış masum insanlarla ülke tam bir kaos içinde ve orta yaşlı kuşağımız, genç olarak yaşadıkları eski mücadele günlerini doğal olarak özlüyor.
‘Hatırla Sevgili’ bu yüzden can damardan vurdu insanları. İşte bu nedenle eski acılı fotoğraflara bile bakarken duygulanabiliyorum.
Tarafımızın olmadığı, olamayacağı bir Türkiye’de yaşamak zorunda kaldığımızdan omuzlarımızdaki yük bugünlerde hayli ağır, belki de eski ‘güzel’ günlere kaçıyoruz fırsat bulunca.
O günleri hatırlayınca, bu ülkenin silahlı kuvvetlerine küskünlük yıllarımızı hatırladık. ‘Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış’ diyeceksiniz belki de ama olsun deyin, biz de söyleyelim söyleyeceğimizi.
Hatıraları okurken o günlere ait özel hatıralarımız da geldi ister istemez akla. O günlerde idealleri uğruna savaştıklarına inanan gençlere resmi makamlarca yapılan işkence ve zulüm korkunçtu. O günlerden sağ salim çıkanlar oldu ama çıkamayanlar da vardı. Ölenler, sakat kalanlar ve aklını kaçıranlar oldu.
Ülkesi için hareket etmeye hazır, dinamik bir nesil, bugünün orta yaşlıları işte o günlerde öyle harcandılar. Şimdi bizlerden ordunun kurtarıcı olabileceğine ve o ideolojinin takipçisi olan insanların kurdukları örgütlenmeleri ciddiye almamızı bekliyorlar.
Onlar kurtarıcı filan olabilir mi, onlar namına harekete geçenlerin düzgün bir iş yapmaları mümkün mü, bizim onları ciddiye almamız ve sempati duyabilmemiz mümkün mü?
Emin olun onları en iyi tanıyan insanlar bizleriz. 12 Eylül döneminde en azından mücadele etme gücümüz vardı şimdi o da yok artık. Çünkü kimin ne olduğu belli değil. AKP’lisinin de, ‘ulusalcısı’nın da ne olduğu, ne istediği belli değil.
Kime karşı neyin mücadelesini vereceksiniz, alın birisini vurun ötekine...
Durumun bizce özeti bundan ibarettir.
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°274
Geri: Hatırla Sevgili
78 kuşağı geliyor
Son dönemin en popüler dizisi "Hatırla Sevgili" önceki hafta Deniz Gezmiş'in idam sahnesi ile bir dönemi kapattı ve yeni bir dönemi açıyor. Bu cuma (4 Nisan) ekrana gelecek bölümünde dizi, 1972'den 77'ye atlayacak. Aradaki 1974 affı kolaj ile geçilecek. Bu geçişten amaç, çocukların büyümesi yani yeni kuşağın içinde yerlerini alması. Bu bölümlerde sağ ve sol tarafta tırmanan şiddetle, darbeye giden yoldaki unutulmaz izler var.
Yeni 10 oyuncu
Dizinin 80 darbesine giden yoldaki 78 kuşağı bölümünde, 10 yeni oyuncu yer alacak. Yeni oyuncular arasında yer alan Kürşat Başar bir psikoloğu oynayacak. Yurtdışında eğitim almış gelmiş bir genç kız Dev-Genç'li oluyor. Bu roldeki oyuncudan da ekip hayli umutlu; Lale Yavaş... Türk kökenli İsviçreli oyuncu. Şu sıralar Almanya'da televizyonda yayınlanan "Tatork" adlı polisiye dizide rol alıyor. Bu önemli bir dizi. Sanırım yeni bir oyuncu kazanacağız.
Erdal Eren de var
1980 askeri darbesinin tartışılan idamı Erdal Eren de dizide yerini alacak. Peki bu rolü kim oynayacak? Şu an belli değil. Dizinin bu bölümünden çok söz edilecek. Kahramanmaraş, Çorum olayları, Kanlı 1 Mayıs, yine çok tartışılacak bölümler olacak.
80'den sonrası da var
Bir kronoloji dizisi oldu "Hatırla Sevgili". 80 darbesi ile dizi bitiyor. Ama yapımcı firmaya "80 sonrası" için de teklifler geliyor. Yapımcı firma da bu konuyu düşünüyor. Yani 80'den bugüne yaşananları da anlatan bir dizi. Dizinin proje tasarımına imza atan Tomris Giritlioğlu şunu diyor; "Bu dizinin başarısı senaryoda. Ve bunu Nilgün Öneş başardı". Ama Öneş'in çok yorulduğunu ve 80 sonrası için büyük bir çalışma gerektiğinin altını çiziyor Giritlioğlu. Yeni bir kadro zorunluluğu var. Çünkü örneğin Yasemin 38 yaşına gelecek. Ve o yaşı oynayacak bir Yasemin bulunmak zorunda. Ve bu tüm cast için geçerli. "Hatırla Sevgili" televizyon tarihimizde bir "cult" olma yolunda ilerliyor, bu bir gerçek.
..................................
Sina Koloğlu-Milliyet/2.4.2008
Son dönemin en popüler dizisi "Hatırla Sevgili" önceki hafta Deniz Gezmiş'in idam sahnesi ile bir dönemi kapattı ve yeni bir dönemi açıyor. Bu cuma (4 Nisan) ekrana gelecek bölümünde dizi, 1972'den 77'ye atlayacak. Aradaki 1974 affı kolaj ile geçilecek. Bu geçişten amaç, çocukların büyümesi yani yeni kuşağın içinde yerlerini alması. Bu bölümlerde sağ ve sol tarafta tırmanan şiddetle, darbeye giden yoldaki unutulmaz izler var.
Yeni 10 oyuncu
Dizinin 80 darbesine giden yoldaki 78 kuşağı bölümünde, 10 yeni oyuncu yer alacak. Yeni oyuncular arasında yer alan Kürşat Başar bir psikoloğu oynayacak. Yurtdışında eğitim almış gelmiş bir genç kız Dev-Genç'li oluyor. Bu roldeki oyuncudan da ekip hayli umutlu; Lale Yavaş... Türk kökenli İsviçreli oyuncu. Şu sıralar Almanya'da televizyonda yayınlanan "Tatork" adlı polisiye dizide rol alıyor. Bu önemli bir dizi. Sanırım yeni bir oyuncu kazanacağız.
Erdal Eren de var
1980 askeri darbesinin tartışılan idamı Erdal Eren de dizide yerini alacak. Peki bu rolü kim oynayacak? Şu an belli değil. Dizinin bu bölümünden çok söz edilecek. Kahramanmaraş, Çorum olayları, Kanlı 1 Mayıs, yine çok tartışılacak bölümler olacak.
80'den sonrası da var
Bir kronoloji dizisi oldu "Hatırla Sevgili". 80 darbesi ile dizi bitiyor. Ama yapımcı firmaya "80 sonrası" için de teklifler geliyor. Yapımcı firma da bu konuyu düşünüyor. Yani 80'den bugüne yaşananları da anlatan bir dizi. Dizinin proje tasarımına imza atan Tomris Giritlioğlu şunu diyor; "Bu dizinin başarısı senaryoda. Ve bunu Nilgün Öneş başardı". Ama Öneş'in çok yorulduğunu ve 80 sonrası için büyük bir çalışma gerektiğinin altını çiziyor Giritlioğlu. Yeni bir kadro zorunluluğu var. Çünkü örneğin Yasemin 38 yaşına gelecek. Ve o yaşı oynayacak bir Yasemin bulunmak zorunda. Ve bu tüm cast için geçerli. "Hatırla Sevgili" televizyon tarihimizde bir "cult" olma yolunda ilerliyor, bu bir gerçek.
..................................
Sina Koloğlu-Milliyet/2.4.2008
dilan-cagri- Super Moderator
Mesaj Sayısı : 3443
Ruhsal Durumum: :
Durumum: :
Katılımı : :
Takımı :
Kayıt tarihi : 24/02/08
- Post n°275
Geri: Hatırla Sevgili
‘HATIRLA SEVGİLİ’ DİZİSİNİN ‘MAHİR’İ Kanbolat Görkem Aslan: Mahir’in ruhuna göç, hayata direncimi artırdı
Kızıldere’de olup bitenler karşısındaki seyirci kalma halini bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek. Bunun sorumluluğu, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin….
Gülşen İşeri
Hatırla Sevgili dizisinin önemli karakterlerinden biriydi Mahir Çayan. Ne sinema filminde ne de herhangi bir karede görmemiz hiç mümkün olmadı Çayan’ı. Ama popüler bir dizinin içinde birden karşımıza çıkıverdi... O dönemi yaşayanları bir yandan duygulandırırken bir yandan da popüler kültür içinde olması, süreci yaşayan kişilerce eleştirildi... Gençlerin ilgisi ise azımsanmayacak boyuttaydı. Mahir Çayan rolünü üstlenen Kanbolat Görkem Aslan, “Büyük bir sorumluluktu Mahir Çayan’ı oynamak” diyor. Mahir imajını incitmemek için ise epey uğraşmış... Kızıldere katliamının da yer aldığı dizide “İçimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek Mahir’i anlamaya çalıştım...” diyen Kanbolat Görkem Aslan’la bir araya geldik. Dönemi ve o dönemin gençliğe neler kattığını konuştuk...
» Mahir Çayan rolünü nasıl kabul ettiniz? Ve bu role hazırlanış sürecini anlatabilir misiniz?
Tesadüfi oldu biraz Mahir’le buluşmamız. Meslektaş dostlarımdan biriyle ‘Hatırla Sevgili’ üzerine muhabbet ederken, Mahir Çayan arandığından bahsetti. Duyduğum an Mahir’i canlandırabilme ihtimali beni müthiş heyecanlandırdı. Çünkü herhangi bir dizide yazılan hayali bir karakter için değildi bekleme hali. Mahir Çayan’dı söz konusu olan, yani bambaşka ve büyük bir sorumluluk, bir oyuncunun ender yaşayabileceği bir tecrübe. Çalışmaya hemen başlamayacağım için hazırlanmak için yeterli vaktim oldu. Döneme dair okumalar yaptım, o dönemi yaşamış insanlarla vakit geçirip o ruh halini anlamaya özen gösterdim. Bildiğim ya da bildiğimi düşündüğüm Mahir’i daha iyi tanımaya çalıştım, ona dair yazılmış söylenmiş ne varsa, onun yazdıklarını söylemlerini o günün koşulları dahilinde kendimce analiz ettim. Karakterinin derinliklerine inmeye, onu anlamaya uğraştım, içimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek sürdü tüm bunlar...
»Bu sürece hazırlanırken sizi en çok çarpan neydi?
Beni en çok çarpan şey ‘inanç’ tanımlamalarımızın ne kadar sığ olduğunu görmek oldu, gerçek anlamda inanmışlığın ve adanmışlığın ne olduğunu, On’ların yaşadıkları üzerinden yeniden öğrendim ve defalarca tekrar ettim kendime...
»Mahir Çayan gibi bir karakteri oynayarak aslında birtakım eleştirileri de göğüslediniz. Bu, size nasıl yansıdı?
İşin heyecanıyla başlarda bunun çok farkında değildim aslında. Zaman geçtikçe, Mahir içimde şekillendikçe ve izleyici tepkileri gelmeye başlayınca sorumluluğumun büyüklüğü bazen beni tedirgin etti fakat hiç ürkütmedi aksine bu sorumlulukla daha fazla mesai harcadım, tedirginliğimin üstesinden gelip bunu layıkıyla yerine getirmeye; bunu yaparken de insanların kafasındaki Mahir imajını incitmemeye çabaladım.
»Mahir Çayan’la ilgili kitaplar okurken ve sonrasında okuduklarınızdan yola çıkarak onu canlandırdığınızda ne gibi hatalar gördünüz? Yani okunan ve oynanan arasındaki fark neydi?
‘Hayır hiçbir hata görmedim’ desem sanırım bu pek ikna edici olmaz. Muhakkak es geçtiğim ya da kendimce yanlış yorumladığım anlar olmuştur. Fakat bu, benim anladığım ve inandığım haliyle bende yeniden vücut bulmuş, benim içimdeki Mahir imajı. Herkesin kafasında bu farklı olabilir, herkes kendi istediğini görmek isteyebilir, bunu göremediğinde kızabilir. Şöyle bir gerçekte var televizyona yapılan bir iş ve maalesef inceltmek durumunda kalıyorsunuz bazı şeyleri, böyle olunca diyaloglar da değiştirilebiliyor, haliyle oyun performanslarımızda bundan etkileniyor.
»Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi iki önemli karakter popüler kültürün içinde... Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durumun yadırgandığını, ciddi eleştirildiğini biliyorum bilhassa dönemi yaşamış ve mücadelenin içinde yer almış kişiler tarafından. Bu da çok normal. Fakat ben o kadar mesafeli durmuyorum, belki popüler kültürün zaptettiği bir dönemde gençlik yıllarımı yaşamış ve hala yaşıyor olmamdandır. Çünkü bu dizi popüler kültürle yoğrulan genç beyinlere geçmişe dair bir çentik atmayı başarmıştır. Farkında olmadan, bilmeden yaşadıkları yakın geçmişimize dair bir merak ve ilgi uyandırdı. Birtakım fikirlerini, hissiyatlarını değiştirtti. Bir anlamaya çalışma hali, yeniden belki ilk defa etüd etme ihtiyacı doğurdu gençlik üzerinde.
»Yakın çevreniz Mahir Çayan’ı oynamanıza karşı nasıl tepkiler verdi?
Bir kısmını ayırırsak büyük çoğunluğunu işin popüleritesi ilgilendiriyordu. “Bizim mahallenin çocuğu televizyona çıkacak” hali biraz. Mahir’i oynuyor olmak sonrasında ilgilendirdi insanları. Ama bir zaman sonra mahallenin çocuğu gitmiş Mahir gelmişti...
* * *
Kızıldere yarasını iyileştirmemiz gerek
Yüzleşemediğimiz sürece Kızıldere yarası kanamaya devam edecek, yüzleşsek bile izi kalacak, bize hep acı ve utanç verecek... Çekimler boyunca en zorlandığım sahneler Kızıldere sahneleriydi. Olup bitenler karşısında seyirci kalma halini ise bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek yoksa yeni yaralara gebeyiz. Bunun sorumluluğu bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin çünkü...
Kaynak: Birgün Gazetesi
Kızıldere’de olup bitenler karşısındaki seyirci kalma halini bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek. Bunun sorumluluğu, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin….
Gülşen İşeri
Hatırla Sevgili dizisinin önemli karakterlerinden biriydi Mahir Çayan. Ne sinema filminde ne de herhangi bir karede görmemiz hiç mümkün olmadı Çayan’ı. Ama popüler bir dizinin içinde birden karşımıza çıkıverdi... O dönemi yaşayanları bir yandan duygulandırırken bir yandan da popüler kültür içinde olması, süreci yaşayan kişilerce eleştirildi... Gençlerin ilgisi ise azımsanmayacak boyuttaydı. Mahir Çayan rolünü üstlenen Kanbolat Görkem Aslan, “Büyük bir sorumluluktu Mahir Çayan’ı oynamak” diyor. Mahir imajını incitmemek için ise epey uğraşmış... Kızıldere katliamının da yer aldığı dizide “İçimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek Mahir’i anlamaya çalıştım...” diyen Kanbolat Görkem Aslan’la bir araya geldik. Dönemi ve o dönemin gençliğe neler kattığını konuştuk...
» Mahir Çayan rolünü nasıl kabul ettiniz? Ve bu role hazırlanış sürecini anlatabilir misiniz?
Tesadüfi oldu biraz Mahir’le buluşmamız. Meslektaş dostlarımdan biriyle ‘Hatırla Sevgili’ üzerine muhabbet ederken, Mahir Çayan arandığından bahsetti. Duyduğum an Mahir’i canlandırabilme ihtimali beni müthiş heyecanlandırdı. Çünkü herhangi bir dizide yazılan hayali bir karakter için değildi bekleme hali. Mahir Çayan’dı söz konusu olan, yani bambaşka ve büyük bir sorumluluk, bir oyuncunun ender yaşayabileceği bir tecrübe. Çalışmaya hemen başlamayacağım için hazırlanmak için yeterli vaktim oldu. Döneme dair okumalar yaptım, o dönemi yaşamış insanlarla vakit geçirip o ruh halini anlamaya özen gösterdim. Bildiğim ya da bildiğimi düşündüğüm Mahir’i daha iyi tanımaya çalıştım, ona dair yazılmış söylenmiş ne varsa, onun yazdıklarını söylemlerini o günün koşulları dahilinde kendimce analiz ettim. Karakterinin derinliklerine inmeye, onu anlamaya uğraştım, içimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek sürdü tüm bunlar...
»Bu sürece hazırlanırken sizi en çok çarpan neydi?
Beni en çok çarpan şey ‘inanç’ tanımlamalarımızın ne kadar sığ olduğunu görmek oldu, gerçek anlamda inanmışlığın ve adanmışlığın ne olduğunu, On’ların yaşadıkları üzerinden yeniden öğrendim ve defalarca tekrar ettim kendime...
»Mahir Çayan gibi bir karakteri oynayarak aslında birtakım eleştirileri de göğüslediniz. Bu, size nasıl yansıdı?
İşin heyecanıyla başlarda bunun çok farkında değildim aslında. Zaman geçtikçe, Mahir içimde şekillendikçe ve izleyici tepkileri gelmeye başlayınca sorumluluğumun büyüklüğü bazen beni tedirgin etti fakat hiç ürkütmedi aksine bu sorumlulukla daha fazla mesai harcadım, tedirginliğimin üstesinden gelip bunu layıkıyla yerine getirmeye; bunu yaparken de insanların kafasındaki Mahir imajını incitmemeye çabaladım.
»Mahir Çayan’la ilgili kitaplar okurken ve sonrasında okuduklarınızdan yola çıkarak onu canlandırdığınızda ne gibi hatalar gördünüz? Yani okunan ve oynanan arasındaki fark neydi?
‘Hayır hiçbir hata görmedim’ desem sanırım bu pek ikna edici olmaz. Muhakkak es geçtiğim ya da kendimce yanlış yorumladığım anlar olmuştur. Fakat bu, benim anladığım ve inandığım haliyle bende yeniden vücut bulmuş, benim içimdeki Mahir imajı. Herkesin kafasında bu farklı olabilir, herkes kendi istediğini görmek isteyebilir, bunu göremediğinde kızabilir. Şöyle bir gerçekte var televizyona yapılan bir iş ve maalesef inceltmek durumunda kalıyorsunuz bazı şeyleri, böyle olunca diyaloglar da değiştirilebiliyor, haliyle oyun performanslarımızda bundan etkileniyor.
»Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi iki önemli karakter popüler kültürün içinde... Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durumun yadırgandığını, ciddi eleştirildiğini biliyorum bilhassa dönemi yaşamış ve mücadelenin içinde yer almış kişiler tarafından. Bu da çok normal. Fakat ben o kadar mesafeli durmuyorum, belki popüler kültürün zaptettiği bir dönemde gençlik yıllarımı yaşamış ve hala yaşıyor olmamdandır. Çünkü bu dizi popüler kültürle yoğrulan genç beyinlere geçmişe dair bir çentik atmayı başarmıştır. Farkında olmadan, bilmeden yaşadıkları yakın geçmişimize dair bir merak ve ilgi uyandırdı. Birtakım fikirlerini, hissiyatlarını değiştirtti. Bir anlamaya çalışma hali, yeniden belki ilk defa etüd etme ihtiyacı doğurdu gençlik üzerinde.
»Yakın çevreniz Mahir Çayan’ı oynamanıza karşı nasıl tepkiler verdi?
Bir kısmını ayırırsak büyük çoğunluğunu işin popüleritesi ilgilendiriyordu. “Bizim mahallenin çocuğu televizyona çıkacak” hali biraz. Mahir’i oynuyor olmak sonrasında ilgilendirdi insanları. Ama bir zaman sonra mahallenin çocuğu gitmiş Mahir gelmişti...
* * *
Kızıldere yarasını iyileştirmemiz gerek
Yüzleşemediğimiz sürece Kızıldere yarası kanamaya devam edecek, yüzleşsek bile izi kalacak, bize hep acı ve utanç verecek... Çekimler boyunca en zorlandığım sahneler Kızıldere sahneleriydi. Olup bitenler karşısında seyirci kalma halini ise bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek yoksa yeni yaralara gebeyiz. Bunun sorumluluğu bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin çünkü...
Kaynak: Birgün Gazetesi